Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği Belgrad, mimari yapıları, canlı şehir hayatıyla Balkanlar’ın en büyük ve en keyifli şehirlerinden birisidir. Eski Yugoslavya’ya da başkentlik yapan Belgrad’ın günümüzde Knez Mihaylova Caddesi çok meşhurdur. Burada yürürken İstiklal Caddesi’nde gezdiği hissine kapılır insan. Burada her yürüyüşüm beni Kalemeydan’a sürükler. Kalemeydan’da adeta geçmişin izlerini teneffüs ederim. Hele de gün batımına denk geldiyse burada kalenin bir burcuna oturur, Tuna ve Sava Nehri’nin birleştiği bölgeyi kuş bakışı olarak izler, gün batımının ruhumda bıraktığı derin düşüncelere dalar giderim. Tuna, Sava veya Kalemeydan’daki her bir burç geçmişin, zamanın ve mekanın tanığıdır. Kartal yuvasını andıran Kalemeydan adeta Topkapı Sarayı’nın bir izdüşümdür. Kalemeydan bir zamanlar Topkapı’nın Batı yakasını tutuyordu. Kalemy’dan bir garnizondu. Batı’ya yapılan her seferde bir buluşma yeriydi. Tuna boylarının kontrolü buradan sağlanıyordu. Kalemeydan’da gün batarken adeta tarihin sayfaları tek tek gözümün önünden geçerdi. Sultanahmet’in müzezzinlerinin Davudi sesiyle, Kalemeydan’ın, Belgrad’ın camilerinin müezzinleri her ezan vakti selamlaşırlardı. Carigrad’ın (İstanbul) Sultanahmet’inden, Süleymaniye’sinden, Ayasofya’sından yükselen “tekbir” seslerine Belgrad’ın Bayraklı, Battal, Lazoğlu camilerinden “Allahuekber” nidalarıyla cevap verilirdi. Yesevi’nin Türkistan’dan yaktığı od, İstanbul’dan Belgrad’a bir tasavvufi ağla birbirine bağlanmıştı. Maveraünnehir’in suları Tuna ve Sava’yı bu ağla besliyordu. Dervişlerin Belgrad tekkelerinden yükselen “hu hu” virdleri, Saraybosna’nın Sinanova, Üsküp’ün Rufai, İstanbul’un Merkez Efendi tekkelerinden “La Galibe illallah” nidalarıyla karşılık buluyordu.
Bu hislerle Belgrad’ın geçmişini hayal ederken Tuna ve Sava kızıl bir renge bürünmüştü. Birazdan bu kızıllık yerini zifiri bir karanlığa bırakacaktı. Tıpkı Belgrad’ın bugünü gibi. Geçmişte bu şehir “Darul Cihad” ismiyle anılırken, bugün Evliya Çelebi kalksa acaba hangi ismi verirdi.
Evliya Çelebi 1660 yılında geldiği Belgrad’ın 98 bin nüfusu bulunduğunu ve bu nüfusun da 77 binin Müslüman olduğunu, 21 binin gayrimüslim olduğunu yazıyor Seyahatnamesi’nde. Yine Seyahatname’de Belgrad’da 217 cami, 13 mescid, 17 tekke, 9 darülhadis, 8 medrese, 7 hamam, 6 kervansaray, 21 han ve 3 bin 700 dükkandan oluşan Silk-ı Sultani adlı çarşı ve diğer çarşılarıyla buranın gelişmişi bir Müslüman şehir kimliğine vurgu yapıyordu.
Bir medeniyet inşa edilmişti Belgrad’da, tıpkı Bursa gibi, Üsküp gibi, Saraybosna gibi. Belgrad, Saraybosna’nın, Halep’in, Kahire’nin, Üsküp’ün bir kardeşiydi. Bu kardeşlik eski Yugoslavya’nın yapay kardeşliği gibi hiç değildi. Gönülden gönüle, evden eve, kalpten kalbe giden bir kardeşlikti bu. Bir çınarın dallarına benziyordu her bir şehir. Çünkü ortak medeniyetin varisleriydi bu şehirler.
Rivayet odur ki Sırpça “Beo-grad” “beyaz şehir” ismi gökkubbeye bir Elif gibi uzanan minarelerinden dolayı verilmişti bu şehre.
Kanuni’nin 1521 yılında fethettiği bu şehir, Osmanlı’nın İstanbul’dan sonra Batı’daki en önemli askeri üs ve ticaret merkeziydi. Ancak Osmanlı’nın zayıflamasıyla tıpkı “Nazlı Budin” gibi “Darul Cihad” olan Belgrad’da elden çıkmıştı. 1882 yılında Belgrad başkentli Sırbistan Krallığı ilan edilmişti ve bu tarihlerden bir medeniyetin izleri yok edilmeye çalışıldı.
Önce bu toprakların ruhunu ayakta tutan Müslüman ve Türk nüfus göçe zorlandı. Belgrad’ın o köklü aileleri İstanbul’a, Saraybosna’ya, Üsküp’e göçtü. Belgrad’ın bedeninden koparılan ruhu olan camiler ise tek tek yıkıldı, tekkeler yok edildi, türbeler ve mahallelerden eser kalmadı. Sultanahmet’ten, Süleymaniye’den adeta kardeşleri Belgrad’ın camileri için selalar okunuyordu. Sakarya, Kızılırmak, Tuna ve Sava’nın boynu bükük kalan Belgrad’ının hüznüyle bulanık akıyordu.
Kalemeydan’da gün batıyordu ve gün batımının son kızıllığı Tuna ve Sava üzerindeydi. Bu son cılız kızıllık adeta Belgrad’ın bugün simgesel olarak kalmış medeniyetimizin üç eserini temsil ediyordu. Bu kadar kültür ve medeniyet katliamının yapıldığı Belgrad’da bugün yine de bizi hüzünle ve boynu bükük şekilde karşılayan 3 eser kalmıştı. Camilerden Bayraklı, türbelerden ise Kalemegdan’daki Damat Ali Paşa ile şehir merkezindeki Şeyh Mustafa Türbesi her şeye rağmen Belgrad’da bir medeniyetin ayakta kalmış son nişaneleriydi. Bir medeniyetin yok edilemeyen izleri Sırpça’ya bıraktığımız 8 binin üzerinde Türkçe kelimeyle her şeye rağmen yaşıyor ve yaşayacak. Çünkü “Kalemeydansız, Teraziye’siz, Dörtyol’suz bir Belgrad olur mu?” diye sorsanız Sırp’tan işiteceğiniz ve tercüman gerekmeden anlayacağınız cevap “yok valla” olacakÖtır.
Ömer Çetres