Bize yavru vatan Kıbrıs kadar yakın olan Bosna’ya son Sırp vahşetinden hemen sonra gitmek nasip olmuş, ancak yazmak bir türlü gerçekleşememişti. Nihayet Kosova’dan sonra bir arkadaşımın yazısında dediği gibi bekleyen vatan Bosna’yı yazmaya sıra geldi. Yazıma 1992 -1995 tarihleri arasında Bosna’da şehit düşen 250.000 kardeşimizin ruhları şad olsun diyerek başlamak istiyorum.
Bosna Balkanlarda Osmanlı’nın gittiği ve uzun süre elde tuttuğu en batıdaki ülkedir. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınan Bosna’nın tümüyle Osmanlı topraklarına katılması ise Kanuni dönemine rastlar. Bosna 1585- 1878 arasında Osmanlı’nın bir eyaleti gibi idare edildi. 1878 yani 93 harbi sonucu yapılan Berlin antlaşması ile Bosna Avusturya- Macaristan İmparatorluğuna bırakıldı. Bosna yaklaşık 415 yıl Türk yönetiminde kaldı. II. Dünya Harbinden sonra Yugoslavya’nın 6 federe devletinden biri olan Bosna bu devletin dağılmasından sonra 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Akabinde iç savaş başladı ve Dayton barış antlaşması ile yeni bir yönetim şekli oluştu. Bu yönetim biçiminde BM temsilcisi en tepede ve onun altında 8 aylık dönemler halinde Cumhurbaşkanlığı yapan Boşnak, Hırvat ve Sırp liderler bulunmaktadır. Maalesef burada da Hıristiyan taassubu tekrar ağır bastı ve Avrupa’da bir Müslüman devletin oluşumuna izin verilmedi.
Tarih boyunca bir anlamda Avusturya- Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu arasında güç sembolü olarak algılanan Bosna, Osmanlı’ya 70’in üstünde vezir vermiş önemli bir vatan parçası idi bizim için. 100’e yakın Osmanlı camisi, medreseleri, konakları, çarşıları ve özellikle Baş Çarşısı, ayın taşlaşmış şekli olarak ifade edilen Mostar köprüsü ve diğer köprüleri, koyun koyuna yatan Türk ve Boşnak şehitleri ile bir Türk için görülmeye değer yerlerin başında gelir Bosna Hersek Cumhuriyeti.
İstanbul Atatürk havalimanından bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Bosna’ya vardık. Havalimanında işlemlerimiz tamamlandıktan sonra bizi bekleyen otobüse binerek Saraybosna şehir merkezine doğru hareket ettik. Yol boyunca rehberimiz bize kalacağımız 3 gün boyunca neler yapacağımızı anlattı ve ülkenin tarihi hakkında kısa bilgiler verdi. Yeşilin her tonunun bulunabildiği bir ortamın içinden süzülerek doğruca Saraybosna’nın merkezine geldik.
İlk durak yerimiz şehri ikiye bölen Bosna nehrinin üstündeki Latin köprüsü oldu. Bu köprü bir Sırp öğrencinin Avusturya veliaht prensini bıçakladığı ve I. Dünya Harbinin çıkmasına vesile olunan yer idi. Köprüyü ve Saraybosna’yı şaşkınlık ve hayranlık içinde izlerken 80 yaşlarında bir dede yanıma geldi ve Osmanlı gelmiş, Osmanlı diyerek ağlamaya başladı. Onun haline ben de dayamadım ve gözlerim doldu. Boşnak amca bizi bu Sırp kasaplarının eline bırakıp da nereye gittiniz diyerek ağlamasını sürdürdü. Daha sonra aynı sözleri diğer Balkan ülkelerini gezerken de işitince konuyu biraz inceledim. Osmanlı çekilirken Balkanlarda kalan yerli Müslüman unsurlara bir süre sonra tekrar geleceğiz denilmiş. Dedeyi ‘bak işte sözümüzü tuttuk ve geldik ama biraz geç oldu’ diyerek teselli ettikten sonra otele doğru hareket ettik.
Otelimize yerleştik ve bir süre dinlendikten sonra Saraybosna şehrini gezmeye başladık. Saraybosna’da ilk gördüğümüz yer Baş Çarşı oldu. Ortada çeşmesi, etrafında sıralanmış ahşap dükkânlar, hemen bitişiğinde Gazi Hüsret Begoviç camisi ile bize İstanbul Süleymaniye’yi hatırlattı. Yani bir anlama Süleymaniye ile Saraybosna Baş Çarşısı arasında bir fark yoktu. Osmanlı gittiği yerlere Anadolu’daki her şeyi götürmüştü. Çünkü alınan her yer kalıcı vatan olarak görülmüş ve asla sömürge zihniyeti sergilenmemişti. Baş Çarşı’da sağlı sollu sıralanmış oldukça güzel korunmuş ahşap dükkânlar arasından yürürken oldukça duygulandım ve çocukluk yıllarıma geri döndüm. Çünkü bu tip çarşıları 1960-70 yılları arasında Anadolu’nun her yerinde görebilirdik. Maalesef gözü dönmüş şehirliler bu çarşıları yerle bir etti ve yerine ruhsuz apartmanlar diktiler. Böylece Anadolu çarşı tipi tarih mirasımızı kaybettik. Ama Balkanlarda hemen her ülkede bu tip Türk çarşıları korunmuş ve en fazla turist çeken yerlerin başında gelmektedirler.
Baş Çarşı’dan sonra şehir içi turuna devam ettik. Tüm önemli binaların Sırp kurşunları ile delik deşik olduğunu gördük. Bombalanan Pazar Yerinden sonra tahrip edilen dünyanın en ünlü kütüphanelerinden biri olan Şarkiyat Kütüphanesini, Ali Paşa ve Ferhad Paşa camilerini gördük. Oradan şehir içindeki eski Türk şehitliği ve hemen bitişiğindeki Boşnak şehitliğini ziyaret ederek dualar ettik. Dedeler ve torunları sadece aradaki 4 metrelik bir yol ayırabilmişti. Ama bu önemli değildi. Çünkü dün şehit olan Türkler de, bugün şehit olan Boşnaklar gibi İslam için mücadele etmişler ve genç yaşta şahadet şerbetini içmişlerdi. Burada koyun koyuna olan Türklerle Boşnaklar ahirette de birlikte idiler. Boşnak şehitliğindeki kitabeleri okurken ağlamamak mümkün değildi. Çünkü şehit olanların yaşları 15 ile 50 arasında ve büyük çoğunluğu genç idi. Daha sonra hakkın rahmetine kavuşan Aliya İzzet Begoviç de bu şehitliğe defnedildi. İnanın okuyucularım bu yazıyı yazarken bile gözlerim doldu ve oralara geri döndüm.
Artık günün sonuna geldik. Akşam namazını Gazi Hüsret Begoviç camisinde kıldıktan sonra herkesin övdüğü Bosna köftesinin tadına bakmak için Baş Çarşı’ya yakın köftecilerden birine oturduk. Köfteleri yedikten sonra hakikaten övdükleri kadar varmış dedik. Yemekten sonra çay kahve derken güzel bir Balkanlarda Türk Tarihi sohbeti başladı. Osmanlı Türklerinin Balkanlarda bu kadar yoğun eser bırakmalarının nedenleri tartışıldı. Sonunda bunun nedeni Osmanlının gittiği her yere bir daha çıkmamak düşüncesi ile gitmesine bağlandı. Bir sonraki güne iyi başlayabilmek için ekibimiz yatsıdan hemen sonra dinlenmeye çekildi.
Ertesi gün sabah namazını bir gurup arkadaşla birlikte Gazi Hüsret Begoviç camisinde kıldık. Namazda lise çağında gençlerin fazla olduğunu gördüm. Benim çok ilgimi çekti ve sordum. Bu gençlerin caminin vakfındaki öğrenciler olduğunu öğrendim ve oldukça mutlu oldum. Kahvaltıdan sonra Saraybosna gezimize devam ettik. İlk önce ecdadımızın yaptığı ve bugüne ulaşabilen 9 köprüden biri olan şehrin girişindeki Osmanlı köprüsünü görmeye gittik. Köprü yıllara meydan okur bir şekilde tüm haşmeti ile ayakta idi. Rehberimiz oradan bize karşıki yamaçları gösterdi ve Osmanlı’nın bu yamaçları aşarak Saraybosna’ya tiren yolunu ulaştırdığını söyledi. Her yıl 12 Mayıs’ta Saraybosna’ya tiren yolunun gelmesi nedeni ile kutlamalar yapılmaktadır dedi. 22 milyon kilometre kareye yayılmış Osmanlının her bölgeye tüm hizmetleri götürme adaletini burada tekrar görüyoruz.
Saraybosna’da son durağımız şehre hâkim bir tepedeki Osmanlı kalesi oldu. Kale daha önce yapılmış ancak Osmanlı döneminde çok büyük bir tamirat geçirmiş. Kale tam bir gözetleme kulesi görünümünde. Saraybosna’nın tüm mahallelerini buradan görebilmek mümkün. Saraybosnayı seyrederken bir şey dikkatimizi çekiyor. Tüm parkların şehitlik olduğunu görüyoruz. 1992 yılında bir Boşnak kız öğrencinin Sırp kasapları tarafından öldürülmesi sonucu başlayan ve 3 yıl süren bu iç savaş; acımasızca soykırıma tabi tutularak şehit edilmiş 250 bin Müslüman Boşnak, 350- 450 bin arasında yaralı ve 50 bin ırzına geçilmiş Boşnak kadın geride bırakmıştır. Bu 250 bin şehidi gömecek yer bulmak mümkün olmayınca Bosna’daki tüm parklar şehitlik olmuş. Bu katliamlar insan hakları savunucusu batı ülkelerinin gözünün önünde gerçekleşmiş. Yani onlar da göz yummuşlar. Çünkü Avrupa’nın ortasında Müslüman bir devlete tahammül etmeleri mümkün değildi. Onların hoşgörüleri sadece Hıristiyanlara idi. Oysaki Fatih Sultan Mehmet Han ferman’ında “Bundan böyle Bosna’da ve dünyanın öbür ucunda kimse Bosnalı Hıristiyan tebaama yan gözle bakmaya” diyordu. Bu ferman bugün Travnik’te Elçi İbrahim Paşa Medresesinde bulunmaktadır.
Yazar: Dr. Orhan Gedikli
Kaynak: Ufukotesi.com