2005 yılından itibaren Metis Edebiyat’ın eserlerine yer verdiği Juli Zeh savaşın ertesinde Bosna’ya gitti. Bu yolculuğun izlenimlerinden oluşan Sessizliğin Gürültüsü, doğanın büyüleyici güzelliğiyle savaşın yıkımının iç burkan izlerinin iç içe girdiği, savaşın hayaletlerinin hâlâ her yerde kol gezdiği bir ülkeyi yalın bir şiirsellikle anlatan etkileyici bir kitap.
Yolculuk boyunca yaşadıklarını derin bir duyarlılık ve ince bir mizah anlayışıyla aktarırken bir yandan da savaşın doğasını, sebep ve sonuçlarını sorgulayan Zeh’in akıcı anlatısı, küçük öykülerden örülü bir roman tadında.
The Catcher in the Rye, sayfa 19-25
Şanslısınız. Zagreb’le Saraybosna arasında trenler tekrar çalışmaya başladı,” diye sonuçlanıyor on dakika boyunca bir zemin kattaki camın arkasında bulunan adamla ortak el hareketleri ve kelimeler üzerinde mutabık kalarak yaptığım pazarlık. Uluslararası seyahat veznesinde çalışıyor diye adamın İngilizce bilmesi gerekmiyor ne de olsa.
Harika. Ne zaman kalkıyor tren?
“İki hafta sonra. Hat tekrar çalışmaya başladığında.”
Hayır, Bosna’ya başka tren yok. Neden ki?
Gidiliyor ya. Neden sorun ediyorsunuz ki?
Sıcak yüzünden giyemediğim her şey sırt çantasında, ayrıca yarım torba köpek maması ve kabı, spor ayakkabılar, kitaplar, walkman ve hatırlamadığım birçok şey daha. Karıncalar vücut ağırlıklarının iki katını taşıyabilir, ama onların teknikleri farklı.
İki saattir otobüs terminalindeki telaşı izliyorum. Şimdiye kadar hiç banka soymayı planlamamıştım, ama insan mecbur kalınca bazı şeyleri şıppadak öğrenebiliyor.
Camın arkasındaki adam emindi: Köpeklerin otobüse binmesi yasakmış. Tasmalı da binemezmiş. İster dünyanın en iyi köpeği, ister ağızlıklı, ister bağlı, isterse uyuşturulmuş olsun. Belki de bagaj bölmesinde seyahat edebilirmiş, en iyisi bir bavul içinde. Şoför tamam derse. Dünyanın her ülkesinde anlaşılacak bir el hareketi yapmak istedi canım.
İlk otobüsün şoförüne para teklif ettim. Önce bilet parasının yarısını, sonra tamamını, sonra iki katını; Nuh dedi peygamber demedi. Demek “rüşvet sorunu” dedikleri buymuş.
İki kadın yaklaşıyor, parmakları arasında hızlı hareketlerle ağızlarına götürüp biter bitmez yenisini yaktıkları sigaralarla. Bana uzatılan iki kutudan hangisini seçeceğime karar vermeliyim.
Soba yani oda lazım mıymış? Hayır, köpeği ve kendimi Saraybosna’ya götürmek için bir mucize lazım.
Kadınlar boşluk dolu birer dizi siyah diş göstererek gülümsüyor ve canından bezmiş köpeği okşuyorlar. Etrafta egzoz dumanı ve asfalttan başka bir şey yok.
Hızla yeni bir dil yaratmaya karar veriyorum: Almingleh. Yüz Almanca, on İngilizce, birçok Lehçe kelimeden oluşuyor ve neredeyse hiç gramere ihtiyaç duymuyor. Tek bir kip var, şimdiki zaman, kişisi yok. Bunun yerine kendimi, köpeği ve otobüsü işaret eden hareketler.
Kollarımı sallayarak planımı açıklıyorum, kesik çizgiler ve oklarla oracıkta bir harita bile çizebilirim. İki kadın da çorbada tuzları olsun istiyorlar.
“Boktan bir ülke burası,” diyorlar. “Kafaya mı alman gerekiyor, kafaya alacaksın.”
Sözlerine cevap vermeyip onları sırt çantası nöbetçiliğine atıyorum.
Otobüs alnında Saraybosna tabelasıyla geldiğinde pozisyonlarımızı almış vaziyetteyiz. Köpek bagajımın arkasında zorbela gizlenmiş, iki yanında da sigara içen kadınlar, sürekli gülüyorlar, biraz dikkat çekici bence. Birinci şoför çişini yapmaya gidiyor, ikincisi de bavulları yüklemek için eğiliyor ve yarısına kadar otobüsün karnının içinde kayboluyor. Tam sırası. Köpeği açık ön kapıya doğru çekiştiriyor ve halı kaplı basamakları atlayarak çıkıyorum. Diğer yolculardan bir kısmı beni izliyor, ben de onlara gülümsüyorum ki gammazlamasınlar bizi. Koridordan arkaya doğru koşuyoruz. Yere yan yatan köpeği ayaklarından tutup koltuğun altına çekiyorum, başardık, sanki bunu hep yapıyormuşuz gibi. Bu duruşla seyahatten canlı çıkarsa, ölümsüz olmalı.
Dışarıda hanımlar ellerini çırpıp sırt çantasını bagaja veriyorlar. Başka yolcular binerken de başparmakları havada penceremin önünde zıplıyorlar. Ellerimle öpücük ve zafer işareti dağıtırken bu şamatanın şoförü kuşkulandıracağından korkuyorum. Otobüs hareket etmeye başladığında yirmi dakikadır nefes almayı unutmuşum. Etrafıma bakınıyorum, birkaç yolcunun nazikçe gülümsediğini ve başlarını salladıklarını fark ediyorum. Demek insanlar her türlü otorite karşısında dayanışma sergiliyorlar.
Arkada, son koltuklarda, okul gezilerinde sınıfın seçkinlerinin oturduğu yerde, motorun homurtusunu boyun omurlarımdan baldırlarıma kadar bütün vücudumda hissediyorum. Köpek kesik kesik soluk alıyor, derin nefes alacak kadar yer yok zira. Uzun süre öne eğilmiş halde oturup pençesini tutuyorum. Sekiz yıldır tanışıyoruz ve dayanıklılığı her seferinde beni şaşırtıyor. Ben de onun için koltuğun altında seyahat ederdim ve onun bunu bilemiyor oluşu sıla hasreti gibi acı veriyor.
Manzara geldiğim yöne doğru durmaksızın, uçarcasına uzaklaşıyor. Leipzig’de sokak kapımın önünde epey manzara birikiyor olmalı. Ağaçlarla evler yanımdan hızla geçerken ufukta yarım daire oluşturup müzakereye tutuşan dev dağlar, bir süre otobüse eşlik edip sonra da düzgün bir yarım daire çizerek yavaşça arkalarını dönüyorlar. Ülkenin iç kısımları denilenler de hızla yığılıyor üst üste. Yukarıda zirveler sıcağın pusu içinde siliniyor, aşağıda gri-yeşil alanlar yayılıyor, içlerinde tarlalar da var. Kaya duvarları otobüse yaklaşıyor, demek ki sırada bir sonraki tünel var.
Bir süre Hırvatistan’ın deterjan kokmasına seviniyorum ve bu kokunun yayıldığı, cadde kenarındaki bahçelerde beyaz beyaz dalgalanan çamaşırları mutlu mesut izliyorum. Ta ki iki sıra önde bir kadının ayaklarının dibinde Ariel marka bir aile boyu deterjan görünceye kadar.
Planım hatalı: Nevale almaya veya tuvaleti ziyaret etmeye vakit ayırmamışım. Otobüs duruyor, köpeği yalnız bırakmak istemiyorum ve ta arkadaki köşemde tek başına kalıyorum. Seyahatin sonuna kadar dayanamayacağımı anlıyorum. İdrar torbam taş gibi ve yuvarlak, tümsekli yolların başlaması da an meselesi.
Önümde biri The Catcher in the Rye(1) okuyor. Alminglehi hemen bir kenara bırakıp İngilizce soruyorum.
Onun hesaplarına göre yolun on birde birini arkamızda bırakmışız. Kitabı kenara bırakıp yanıma oturuyor. Nereli olduğumu öğrenir öğrenmez Almanca konuşmaya başlıyor.
“Neden İngilizce konuşuyorsun ki benimle?”
Evet ya, neden acaba. Bir Alman olarak yurtdışında alçak sesle konuşmaya alışkınım. Ya da İngilizce.
Peki o Almancayı nasıl oluyor da bu kadar iyi konuşuyor? Sırıtıyor, ne sanıyorsun ki, ne salakça bir soru. Allahtan yüzüm sıcaktan dolayı yeterince kızarık.
Dario, adını yirmi iki yıl önce Jajce’de yapılan Avrupa kano şampiyonasını kazanan İtalyandan almış. Demek ki benim için dünyanın en genç insanı olan erkek kardeşimden de genç. Jajce’yi ilk kez duydum. Pek de önemli değil, Osmanlılarca fethine kadar Bosna’nın başkentiymiş sadece. Keşke ödünç alsaymışım ortaçağda Bosna hakkındaki kitabı. Dario’ya bir uzaylıymış gibi bakıyorum. İlk Bosnalım, ilk hakiki Bosnalım. Yakışıklı da.
Bir sonraki durakta artık daha fazla bekleyemiyorum ve ondan köpeğe bir süre bakmasını rica ediyorum. Koltuğun altına bakmak için eğiliyor, gülerek ve başını sallayarak doğruluyor yine.
“Allah aşkına burada ne işiniz var sizin?”
Dikkat ettim de bu soru bana çok soruluyor, çoğu zaman da ben kendime soruyorum. Kısa ve öz bir cevap hazırlamanın zamanı geldi de geçiyor bile.
Sınıra yaklaştıkça arazi kararsızlaşıyor. Bakımsız toprak, üzerinde nelerin yetiştiğinden emin değil ve ayçiçekleri ışığın nereden geldiğini anlamıyormuş gibi dört bir yana bakıyor. Otoban sona eriyor, sanki at arabasındaymış gibi sarsılmaya başlıyoruz, darbeler birbirini tekrar etmeden arka arkaya geliyor. Cadde ve otobüs, bizzat pi sayısı kadar yaratıcı.
“Ne diyorlarsa onu yap.”
Dario arkamdan beni ittiriyor, köpeğe sakin sakin yatması için yalvarmaya bile vakit bulamıyorum. Bagajımızı boşalttırıp bir kamping masasına taşıtıyorlar. Otobüs uzaklaşıyor, şoför haricinde bomboş. Bir de köpeğim haricinde. Sırılsıklam ter içinde kalmam için sıcak da yeterdi oysa. Dario’nun elinin kolumda kaydığını hissediyorum. Tam elini kolumdan silkip otobüsün arkasından koşmak isterken otobüs duruyor, görüş mesafesinde. El fenerli iki üniformalı otobüse biniyor. Yüreğimden yumruklar çıkıyor ve içeriden göğsüme vuruyorlar. Birisi, “Sabret, biraz sabret” diye fısıldıyor kulağıma.
İki adam otobüsten iniyor. Onu bulamadılar. Ya da onunla ilgilenmediler. Bir ayçiçeği olsam ışığın nereden geldiğini bilemezdim.
Tarlalarda taş yığınları halinde, yerle bir edilmiş ilk evleri gördüğümde aklıma, bölgede gezip dolaşan ve peşi sıra dışkısını bırakan bir kayabalığı geliyor. Sonra da zamanın dişlerini ve her şeyin günü geldiğinde yok olacağını düşünüyorum. Yıkık beton duvarlarıyla bozuk bir kartona benzeyen ve yatay olarak kırılan kulesi neredeyse caddeye kadar uzanan bir Katolik kilisesinin yanından geçtiğimizde bu saçmalıkları düşünmeyi bırakıyorum.
Sırasıyla gördüklerim:
Bir Ortodoks kilisesinin yamru yumru çatıları, ikindi güneşine rağmen yapay ışıkla aydınlatılmış. Boş anıt kaideleri. Cadde kenarında karpuz dolu traktör römorkları, her biri bir dünya kadar büyük ve tanesi seksen kuruş.
Tipik amblemiyle tepeden tırnağa mor Milka Oteli. Yanında benzin fiyatlarının beyaz süslü yazıyla mor zemine yazılı olduğu bir Milka benzin istasyonu.
Aklım karışıyor. Diğer yabancılar Aachen’den geliyorlar, plakalardan anlıyorum. Oklu tabelalar, aklı başında hiçbir insanın hediye olarak almak istemeyeceği şeylerin satıldığını gösteriyor. Genç, iyi giyimli bir kadın elini uzatmış, saman arabası çeken, terden sırılsıklam bir ata bir şey veriyor. Dario’ya yüzlerce soru sormak istiyorum, ama bir tanesi bile ağzımdan çıkmıyor. Yeni ziyaret ettiği Berlin’i, Almanya’da mezun olmak yerine anne babasıyla Jajce’ye dönme kararını anlatıyor.
“Savaş,” diyor tam o anda, “insanın çocukluğunu çalıyor. Bugün koca bebeğin tekiyim ben. Her açıdan çocuk gibiyim. Bu seni rahatsız etmesin.”
Çantasından bir şey almak için ayağa kalktığında boyunun en az bir doksan olduğunu görüyorum.
Karpuzlar sadece traktör römorklarında değil, kutularda, el arabalarında, arabalarda veya yerlerde yıkılacakmış gibi görünen yığınlar halinde satılıyor. Bunların hepsini kim yiyecek çözemiyorum. Ayrıca daha önce karpuzları yerinde yetişirken hiç görmemiştim. Tarlalara göz atmak istiyorum, ama sadece iç içe giren yol kenarı köyleri, yeni inşa edilmiş, sıvanmamış kiremit küpler, bazen soğan başlı kuleleri veya bir Amerikan motelinin şeklini taklit eden garip şekiller var. Kimi bir büyükşehrin banliyösündeki toplu konutlar gibi büyük; buralara bütün o karpuzları yiyecek insanlar taşınacak herhalde. Çoğu eve parlak bir çerçinin işportası gibi reklamlarla küçük bir dükkân iliştirilmiş.
“Daha önce hayatımda seninki kadar parlak mavi gözü olan birini hiç görmedim,” diyor Dario.
Hayatta bir baltaya sap olamazsam, ders verebilirim: “Gamalı haçlar çizilir – hatta artık doğru yöne bakan gamalı haçlar.” İleri seviyedekiler de “NATO”nun dört büyük harfle yazıldığını öğrenir.
Bu çılgın çöplük birkaç yüz metre boyunca uzanıyor, bundan sonrasına inşaat demeye artık bin şahit lazım.
“İşte sınır,” diyor Dario, ama neyle neyin arasındaki sınır? Son anda yanımızdan uçarak geçen tabelayı görüyorum: Güle güle Republika Srpska. Birkaç dakika daha tarla. Karpuzlardan iz yok.
“Hadi o zaman.”
Otobüs durdu, burası Jajce, ama önce Banya Luka’dan geçmemiz gerekmiyor mu? Bir buçuk saat önce oradaymışız. Dario tereddüt ediyor. Saraybosna’ya daha ne kadar var, diye soruyorum; çok var, bir bu kadar daha, diyor. Saraybosna: Bundan eminim, böyle bir yer yok. Jajce’yi pencereden görüyorum. Tavuğu kurtardım kazı boş ver diye düşünüp ayağa kalkıyorum. İlk anda köpek sadece sendeleyebiliyor, sonra uyanıp koridorda peşimden geliyor, yolcular fısıldaşıyor, dışarı atlıyoruz, şoför arkamdan bir şeyler bağırıyor, anlamıyorum, Dario da çoktan sırt çantamı dışarı çıkardı bile.
Ayaklarım ilk temasta Bosna toprağını yokluyor: Tamamdır. Taşır.
Notlar
(1) Gönülçelen ya da Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla Türkçeye sırasıyla Adnan Benk ve Coşkun Yerli tarafından çevrilen J. D. Salinger’ın romanı. –ç.n.
Sessizliğin Gürültüsü: Bosna’ya Yolculuk
Özgün adı: Die Stille ist ein Geräusch: Eine Fahrt durch Bosnien
Yazar: Juli Zeh
Çeviri: Sevinç Altınçekiç
http://en.wikipedia.org/wiki/Juli_Zeh
HaberBoşnak