Güneş nicedir üzgün doğar, küskün batardı Bosna’nın ufuklarında. İnsanlık onurunu zedeleyen bir vahşeti gün yüzüne çıkarmak gâyesi olmasaydı, belki de hiç doğmayacaktı bu topraklara. Niye doğsun ki! Nasıl olsa Bosnalı masum insanlar, hele çocuklar, tepeleri saran Sırp topçuları yüzünden bodrum katlarından çıkamaz olmuştu. Gökyüzüne hasret kalmış bu çocukları ısıtamadıktan ve onların temiz yüzleriyle aydınlanamadıktan sonra, doğmasının ne mânâsı vardı ki. Fakat güneş bu sabah ayrı bir parlaklıkla vuruyordu İgman dağının üzerine. Sabahleyin yağan yağmurun yıkadığı yerleri kurutma telâşına düşmüştü. Sanki bu yerleri bir şeye hazırlıyordu.
Biraz sonra ellerinde mavzeriyle bir yiğit göründü, ağaçların arasından. Ömrünün baharında bir yiğit… Üzerindeki üniforması ıslaktı. Buna rağmen terlemişti. İgman dağlarını bir an evvel aşmak istiyordu. Tünelden gelen askerler mühim bir haber getirmiş ve bu haberin, bir an evvel Saraybosna dışındaki milislere ulaştırılması gerekiyordu. Onun için yağmura rağmen durmadan yol almış ve çok yorulmuştu. Biraz soluklanmak için büyük bir ağacın altına oturdu. Mavzerinin demirini alnına dayadı, öylece kaldı biraz. Her yalnız kalışında yaptığı gibi koynundan iki fotoğraf çıkardı; yanyana getirip, hafif bir gülümsemeyle bir o fotoğrafa baktı, bir ötekine. Fotoğraflarden birini kendisine yaklaştırırken, savaşta olduğunu büsbütün unuttu.
-Yavrum, Senat’ım. Sen hiç anne kucağı görmedin. Sen hayata gözlerini açtığın saatlerde, annen hayata gözlerini kapadı. Sanki seni doğurmak için dünyaya gelmişti. Ve seni doğurduğunda da dünyaya veda etti. Onun için anne kucağında çekilmiş bir fotoğrafın yok yavrum. Bu acımasız savaşın ölü soğuğunda hayatın sıcaklığını her özleyişimde, senin ve annenin fotoğrafını yanyana getiriyorum, bir sana bakıyorum bir de ona. Sonra diğer fotoğrafı yaklaştırdı.
-Şeyma! Sensizliğe alışamadım bir türlü. Öylesine canlısın ki içimde, İgmanı aştığımda seninle karşılaşacakmışım gibi geliyor. Bu hissim o kadar güçlü ki, kalkıp sana dağ çiçekleri toplayasım geliyor. Gidişinle her şey büyüsünü kaybetti Şeyma. Senden sonra hayatın değil, ölümün gölgesini taşıyorum üzerimde.
Gerçekten de ölümün gölgesi düşmüştü, ömrünün baharındaki yiğidin üzerine. Dürbünlü bir tüfekten hain bir bakış süzüyordu öpülesi alnını, ardından kanlı elleri tetiğe dokundu. Çığlıklar atarak bir üveyik havalandı. Her şey âdeta durdu o an. Rüzgâr, kuşlar, yapraklar… Ve bir kurşun çıktı namludan; yavaşlatılmış bir filmin karelerindeymiş gibi, hedefine yöneldi.
Bir çift göz, ufuktan İgmanın üzerine kaydı o anda. Saraybosna’dan bir annenin bakışları süzüyordu İgman’ı. Sanki bir güç başını buraya çevirmişti. Bilinmedik bir korku kümelendi gözlerinde. Kalb atışları ansızın hızlanmaya başladı. Ellerini kalbinin üzerine götürüp bastırdı. O an bir acı saplandı yüreğine. Hep böyle olur zaten, kurşunlar oğulları bulur; fakat vurulan analar olur. Kurşun hedefini bulmuş. Ömrünün baharındaki yiğit alnından vurulmuştu. Yaralı bedeni sabahki yağmurun yıkadığı, güneşin hazırladığı toprağa yığıldı. Ellerini yerde gezdirerek fotoğraflardan birini avuçladı, kalbinin üzerine koydu:
-Yavrum, yetimim!
Dudakları titredi, güçlükle: -Allah’ım!..
Ömrünün baharındaki yiğit, yetimine yanarken, Saraybosna’nın savaş artığı sokaklarında, derin düşünceler içerisinde birisi ilerliyordu. Bir kurşun yememişti belki; ama Profesör İbrahim Tebiç’in sözleri kulaklarında yankılandıkça kurşun yemekten beter oluyordu. Gerçi hiç kimsenin yapamadığını yapmıştı. Savaşın en acımasız olduğu günlerde, Saraybosna ile havaalanı arasında kazılan ve âdeta savaş boyunca Bosna’nın can damarı olan sekiz yüz metrelik tünelden geçerek Saraybosna’ya girmiş, Bosnalılara: “Okul açıp neslinize sahip çıkmak üzere geldik.” demişti. İnsanlar, “Biz yaşayacağımızdan emin değilken, siz neslimize sahip çıkmaktan mı bahsediyorsunuz?” deyip onu yadırgamışlardı önceleri. Fakat onun gayreti, inancı ve samimiyeti, kısa sürede bu düşünceyi Boşnaklara sevdirmiş, hattâ onlara ümit olmuştu. Boşnaklar “yok olmak, bitmek-tükenmek” kelimelerinin yanında, gelecekten, geleceğe nesil hazırlamaktan bahseder oldular. Okul açmak için zemin hazırlama çabaları onu bugün Profesör İbrahim Tebiç’le karşılaştırmıştı. Bir ara Profesör Tebiç: “İsmail Bey, neden ülkenizdeki güzel imkânları bırakıp bu ateş çemberine geldiniz?” diye sorduğunda, o: “Çünkü siz, bizim kardeşimizsiniz. Siz acılar çekerken bizler elimizden geleni yapmamazlık edemezdik.” demişti. Kardeş lâfı üzerine İbrahim Beyin dudakları gerilmiş ve şunları söylemişti: “Evet biz Bosnalılar sizin kardeşiniziz; ama kız kardeşiniz… Siz yüz elli yıl önce bu kız kardeşi Hırvat’ın ve Sırp’ın insafına terk ettiniz. Bir kız kardeş tek başına Sırp’ın, Hırvat’ın insafına terk edilirse, o kız kardeşin hali ne olur söyleyemeyeceğim.”
Kapı mahallesindeki evine giderken yol boyunca bu söz kulaklarında çınlayıp duruyordu. Daracık sokakların kesme taşlarına değil de, sanki her adımda yüreğine basıyordu. Yüreği öyle acıyordu işte. Biraz önce bilinmedik güçle bakışları İgmana dönen ananın yüreği gibi…
Bakışları İgmana dönen annenin gözlerinden yaşlar döküldü ansızın. Köşede sessiz sessiz oturan torununu fark ederek hemen gözlerini sildi. Senat yanına gelerek:
-Neyin var babaanne, ne oldu?
-Hiç! Yok bir şey yavrum. Haydi sen oynamana devam et.
Senat kollarını yana saldı, gözlerini babaannesinin gözlerine dikti. Babaannesi hemen gözlerini kaçırdı. Çünkü Senat yine o en zor soruyu soracaktı.
Babaannesinin dudakları telâşla kıpırdadı, içinden:
-Allah’ım ne olur, ne olur yine o soruyu sormasın.!
Ama nafile. Kelimeler Senat’ın dilinde sıralanmıştı bile:
-Babaanne, babam ne zaman gelecek?
Bakışlarını torununa çevirdi babaannesi, “yakında” diyemedi bu sefer. Torununun başını göğsüne bastırarak dürüstçe:
-Bilmiyorum yavrum, bilemiyorum.
Ardından içten içe kaynayan bir volkan gibi patladı. Hıçkırıkları sokağa taştı. Henüz tanıştıkları ve çok sevdikleri komşularının hıçkırıklarını duyduğundan habersiz, bir müddet öylece ağladı. Biraz sonra kapıları çalındı. İkisi de ürperdi. Senat’ın ürperişinde ayrı bir heyecan vardı:
-Babaanne, bu babam olmasın? Babaannesinin cevabını beklemeden kapıya koştu:
-Evet evet bu babam, onu kapı çalışından tanıdım. Ve bir çırpıda kapıyı açtı. Açar açmaz dudaklarındaki tebessüm kayboldu, bakışlarını yere indirdi, kısık bir sesle:
-İsmail Bey Amca dedi. Devamını getiremedi, dudakları titredi, öylece kalakaldı.
Şaşırdı İsmail Bey:
-Ne oldu Senat, neyin var? Arkadan babaannesi yetişti:
-Hoş geldin İsmail Bey oğlum. Torununu işaret ederek:
-Seni babası sandı da…
İçi yandı İsmail Beyin, gözlerinde yağmur bulutları kümelendi, dizlerinin üzerine çöktü. Senat’ın gözlerini sildi. Çenesinden tutup başını kaldırdı. Gözlerinin içine bakarak:
-Farzet ki, babanım.
Senat bir an şaşkın şaşkın baktı, sonra yavaş yavaş bir tebessüm yayıldı dudaklarına, gözleri parladı. Açabildiği kadar kollarını açtı ve İsmail Beyin boynuna sarıldı. Kendi babasına sarılır gibi… İsmail Bey de ona sımsıkı sarıldı, kendi oğluna sarılır gibi.. Bosna dağlarında kalan her mücahit çocuğunun babasıymış gibi…
Yediği kurşunun acısına değil, yetimine yanan ömrünün baharındaki yiğit, sanki bütün bunları görmüştü. Sonra tarifsiz bir gülümseme yayıldı dudaklarına. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resülüllah” dedi, başını koydu toprağa dertsiz ve tasasız. Ardından toprağı avuçladı. Birkaç zambak kopardı İgman dağından. Görenler bunu acısından yaptı zannederlerdi. Halbuki o Şeyma’sına dağ çiçekleri topluyordu.
M. Sacid ARVASİ / Hikaye – Ekim 2003