Küreselleşmeyle birlikte iletişimin artması, yeni ekonomik modellerin istihdam yaratamaması ve siyasetin meşruiyet krizine girmesi, 2000’lerde özellikle gençlerin öncülüğünü yaptığı bir sokak gösterileri serisinin ortaya çıkmasına neden oldu. Fransa, Tayland, Brezilya, ABD, Bulgaristan, Türkiye, Ukrayna ve en son Bosna-Hersek’te yaşanan sokak gösterileri ve yer yer çatışmalar, bu genel sorunun farklı ülkelerdeki yansımalarıydı.
Tüm bu gösterilerin ortak yönü ise daha çok orta sınıf mensupları, gençler ve ekonomik zorluklardan bunalanlar gibi kesimlerin sıkıntılarını sokak gösteriyle dışa vurmalarıydı. Bunların en ilginç ve şaşırtıcısı Bosna-Hersek idi, çünkü bu ülke 1992’den bu yana etnik çatışma ve etnik siyasetle anılır olmuştu. Bosna’daki bir toplumsal rahatsızlığın etnik temelli bir anlaşmazlık değil de, başka ülkelerde de örnekleri görülebildiği gibi işsizlik, yetersiz yönetimler ve yolsuzluk nedeniyle çıkması bir bakıma son derece sağlıklı bir dönüşüme işaret ediyor.
Yıllardır siyasetin etnik temelde yapıldığı, siyasetçilerin özellikle her sorunu etnik boyuta çekerek buradan kendi iktidarlarını güçlendirme yoluna gittiği bir ülkede günlük hayatın sıkıntılarından siyasetin sorumlu tutulması, siyasetçilerin artık manevra alanlarının sınırlandığını ve etnik sorunları manipüle etmeye dayalı politikaların sonuna gelindiğini gösteriyor.
Ayaklanmalar Bosna-Hersek’in iki idari biriminden biri olan Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun Tuzla kentinde, özelleştirme edeniyle işten çıkarılanların gösterileriyle başlamıştı. Gösterilerde kullanılan sloganlar, milliyetçi bir içerik yerine yolsuzlukları vurgulayan temalardan oluşuyordu. Bosna Savaşı’nı doğrudan yaşamamış genç kuşaklar ile işsizlik, düşük maaşlar ve kötü yönetimden bunalmış kitlelerin bu gecikmiş tepkileri, ülkede siyasetin yeniden yapılanmasının önünü açabilir.
Bosna-Hersek halkını hangi etnik ya da dinsel gruptan olurlarsa olsunlar ortak bir zeminde buluşturan; yirmi yıl boyunca yüzde 40’larda seyreden işsizlik oranı, buna rağmen siyasal parti ileri gelenlerinin yüksek maaşlar almaları, başta özelleştirmeler ve dış yardımların kullanımı kaynaklı olmak üzere çok yüksek oranlara varan yolsuzluklardır.
Bununla birlikte gösteriler Bosna-Hersek’in daha çok Müslümanların yaşadığı şehirlerinde çıktı ve ülkenin bir diğer idari birimi olan Bosna Sırp Cumhuriyeti’ndeki (Republika Srpska) küçük bir grubun dayanışma için düzenlediği gösteri hariç, Sırplar ve Hırvatlar bu gösterilere katılmadılar. Sırp ve Hırvat yöneticiler daha da öteye giderek, toplumsal ve ekonomik zorlukların yarattığı bu gösterileri, siyasal bir kazanca dönüştürmeye çalıştılar. Hırvatistan Başbakanı Zoran Milanoviç’in Boşnak-Hırvat Federasyonu dahilindeki Mostar’ı, Bosna Sırp Cumhuriyeti Başbakanı Milorad Dodik’in ise Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı ziyareti, bu siyasal fırsatçılığın göstergeleriydi.
Türkiye’nin dengeli yaklaşımı ve “Lübnan Modeli” önerisi
Tam bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hem Boşnakların yanında olduğunu hem de Balkanlardaki gelişmelere ilgisiz kalmadığını göstermek için Bosna-Hersek’e ani bir ziyaret gerçekleştirdi. Ama bunu yaparken sekteryen bir görüntü vermemek için tüm aktörlerle görüşmeyi tercih etti. Davutoğlu’nun burada dile getirdiği “Lübnan’daki siyasal sistemin uygulanabileceği” önerisi ise tartışmalıdır.
Öncelikle Lübnan’da power sharing (güç paylaşımı) denilen ve her bir etnik-dinsel grubun nüfusu ölçüsünde siyasette temsil edildiği modelin işleyişi kendi içinde çok sorunludur. Bosna’daki Dayton Anlaşması (1995) düzeninin işleyişinde vardır ama bunu düzeltmek için kuruluşundan beri hiçbir şekilde istikrar örneği olmayan hatta siyaset bilimi literatüründe ‘Lübnanlaşma’ adıyla bölünme ve parçalanmayı, istikrarsızlaşmayı simgeleyen bir ülkedeki modelin Bosna’ya örnek gösterilmesinden muhtemelen Bosna-Hersek halkı da pek hoşlanmamıştır.
Aslında Bosna-Hersek’te de Lübnan’dakine benzer bir power sharing modeli mevcuttur. Aradaki fark, Bosnalı Sırpların kendi ayrı yönetimlerine sahip olmalarıdır. Bunun Lübnan modeline dönüşmesi, Sırp bölgesinin bu statüsünü bırakması anlamına gelecektir ki bu da Dayton Anlaşması’nın değişmesi demektir ve Sırpların şu anda böylesi bir geri adım atmalarını beklemek zaten gerçekçi değildir.
Lübnan’daki modelde Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Parlamento Başkanı da Şii Müslüman olmak zorundadır. Bosna’da ise üç etnik grubu temsil eden Üçlü Başkanlık Konseyi Başkanlığı rotasyonla yürütülür. Bunun yanında parlamentoda ve kamu işlerinde etnik dağılım göz önüne alınır.
Sorun Dayton Anlaşması mı?
Dayton Anlaşması ile getirilen sistemin son derece karmaşık ve hantal bir bürokrasi yarattığı ortadadır. Ancak sorunun temelinde siyasal ve idari sistemin niteliğinden çok, taraflar açısından bunun işlemesine ilişkin bir iradenin bulunup bulunmaması yatıyor. Dayton, temelde savaşı bitiren bir anlaşmaydı. O dönemde Bosna’da çatışmayı bitirecek her çözüm doğal olarak olumlu karşılandı.
Yukarıdan, biraz da ABD’nin baskısıyla empoze edilen Dayton Anlaşması, çatışmayı sona erdirdi. Lakin 20 yıllık bir süreçte ülkedeki bütün sorunları gidermeye yetmedi. Ne var ki, Bosna’daki tıkanmayı doğrudan Dayton Anlaşması’na bağlamak, olayları anlamak için yetersiz kalır.
Yüksek oranda işsizlik, yolsuzluk, siyasetin çözüm üretememesi, nepotizmin ekonomik ve siyasal yükselişte tek yol haline gelmesi, parti ve aşiret bağlantılarının kamu atamalarında belirleyici kriter olması vs. sorunlar, neredeyse homojen olan Kosova ile Makedonya ve Arnavutluk’ta da yaşanıyor. Dolayısıyla, ekonomik gelişmeyi sağlamadıkça, işsizliği düşürmedikçe ve yolsuzluğu gidermedikçe dünyanın en gelişmiş, en mükemmel işleyen siyasal sistemini de yerleştirseniz, en demokratik anayasasını da kabul etseniz buradaki sorunları çözmüş olmazsınız.
Bu bağlamda yeni bir Dayton düzeni getirilebilir ya da Dayton Anlaşması içinde radikal bazı düzenlemeler de yapılabilir. Ama bunun için öncelikle tarafların ortak bir zeminde buluşmaları gerekir. Kosova’nın 2008’deki bağımsızlık ilanından sonra Bosna-Hersek’teki Sırplar da Bosna’dan kopmanın yollarını arıyorlar ve şimdiki durumda yapılacak yeni bir düzenleme, Bosna-Hersek’i birarada tutmaktan çok dağılmasına yol açabilir.
Sorunun temelinde, 20 yıl boyunca ülkenin yaşam koşullarında belirgin bir düzelmenin sağlanmaması yatıyor. Bunun yolu bölgedeki ekonomik gelişmeyi güçlendirmek ve yardım yerine yatırıma yönelmekten geçiyor. Dışarıdan gelen yardım siyaset katında paylaşıldığından siyaset, gelir elde etmenin başlıca yolu haline geliyor, bu da siyaseti bir hizmet ve sorun çözme mekanizması olmaktan çıkarıp rant elde etme/dağıtma ve iktidarı bunun üzerine kurma sürecine dönüştürüyor.
Batı sistemi, geçmişte sınırlı da olsa sanayi altyapısı bulunan bu ülkedeki tesisleri özelleştirme ve piyasa mantığı uyarınca verimsiz olanlarını tasfiye edip bundan yeni bir rant alanı yaratmak yerine finanse etme yoluna gitseydi, hem yüzde 40-60’lara varan işsizlik yaşanmaz,hem de üreterek ayakta kalmaya çalışan, orta sınıfı olan bir toplum yaratılabilirdi.
Bosna-Hersek’te ve diğer bazı eski sosyalist ülkelerdeki asıl sorun, eski sosyalist ekonomilerin tasfiye edilmesinin ardından bunun yerine herhangi bir modelin konulmaması, ekonomilerin dışarıdan suni olarak beslenen hizmet sektörüyle sınırlı kalması, bunun da yarattığı yeni bir sınıfın rant kapısı haline gelerek siyasal sistemi çürütmeye başlaması, burada çarpık düzeni maskelemeye yönelik bir milliyetçi söylemin siyaseti esir almasıdır.
Bu temel sorunlar giderilmedikçe yeni bir siyasal model, sorunların çözümünde etkili olamayacaktır. Bosna’daki gençlerin ve işsizlerin siyaseti, etnik/milliyetçi kıskacın içeriğinden çıkarıp doğrudan yolsuzluğu, işsizliği hedef almaya başlaması belli bir farkındalık oluştuğunu gösteriyor. Bu süreci dönüştürecek olan yeni bir Dayton’dan çok, aynı sorunu yaşayan Sırp ve Hırvatların da taleplerini daha fazla milliyetçilik yerine iş imkanları, yolsuzluğun en aza indirilmesi gibi yaşam kalitelerini doğrudan etkileyen isteklere yöneltmeleri olacaktır.
Yazar: Prof. Dr. İlhan Uzgel, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Balkanlara dair birçok makalesi yayımlanan akademisyen, bölgedeki seçimlerde uluslararası gözlemci olarak görev yapmıştır. Ulusal Çıkar ve Dış Politika (İmge Yayınları, 2004) başlıklı kitabında, uluslararası ilişkiler disiplininin temel unusurlarından olan ‘ulusal çıkar’ kavramını, Eleştirel Kuram çerçevesinde değerlendirmiştir. Uzgel, Bülent Duru ile birlikte AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu (Phoenix Yayınevi, 2009) başlıklı çalışmayı derlemiştir.
Twitterdan takip edin: @ilhanuzgel
Kaynak: Al Jazeera
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.