Giriş
Bazı yerler vardır; ilk bakışta anlarsınız; oralar kaderine ağlar. Tarih boyunca coğrafyanın ve geçmiş tarihin izinde yürüyen insanlar acıyla yoğrulmuştur bu topraklarda. Suçlu arasanız; tarih tünelinde bu kadar da geriye mi gidilir canım dersiniz içinizden. Kadim uygarlıkların geçiş yolunda; kavimler göçünün kapı ağzında yer alan bu topraklar, biçare insanların ve kültürlerinin iç içe geçtiği; halkların kendi inanç ve kültürlerini birbirlerine dayattığı yerler olmuştur geçmişte hep. Ama geçmiş geçmişte kalmamıştır; nedense acı bugüne de katmerlenerek taşınmıştır. Bugünkü dünyanın savaş lordları, farklılıkların rengini ve lezzetini bu coğrafyalarda yaşayan insanlara çok görmüşlerdir. Komşuyu komşuya düşman eden, bir gün uyandığınızda yüreklerde henüz közlenmiş o ateşi yeniden körükleyen nifak tohumlarını bu topraklara saçmıştır birileri. İşte bu coğrafyalardan birisidir; kaderine ağlayan ülke Bosna – Hersek toprakları…
Bosna Hersek’e doğru
Dubrovnik’ten ayrıldıktan sonra, denizin karanın içine sanki bir dil gibi uzandığı körfezin karşı kıyısına Franjo Tudjman Köprüsü’nü geçerek ulaşılır. 90’lardaki savaş sırasında Slobodan Miloşeviç ile el sıkışıp Bosna’yı bölme planları yapan ve bağımsızlık sonrası Hırvatistan’ın ilk cumhurbaşkanı olan Franjo Tudjman’ın adıyla anılan bu köprü, iki kıyıya yaslanmış bir nazarlık gibidir. Dinar Alpleri’ne doğru tırmanan sağımızdaki topoğrafyada incecik zarif servilerin göğe doğru uzanışlarına tanıklık edersiniz. Burada kıyı boyunca kıvrılarak dolaştığımız yolda sınırlar da muhteliftir yani. Eğilir bükülür buralarda çoğu kez; bazen kıyıların kıvrılışına ayak uydurur; bazen de etnisitenin borazanı öter sınırlarda… Birinden çıkar, hemen bir diğerine girersiniz sessizce. 6 asırlık meşhur çınar ağacı ile ünlüThreshno, bir dönem genel müdürü de dahil; herkesin çıplak dolaştığı bir çıplaklar oteli ile ün salmış Slano, Ortaçağ’ın ünlü gezgini Marco Polo’nun doğum yeri Korçula adası ve zamanında Dubrovnik Cumhuriyeti’nin yaptırdığı Ston Kalesi’nin hala ayaktaki surlarının eteklerinde uzanan Ston kasabası; Bosna Hersek’in denize ulaşan Adriyatik kıyısındaki tek yerleşimi Neum öncesi dikkatimizi çeken son Hırvat yerleşimleridir.
Neum, Bosna – Hersek’in denize açılma şansının olduğu yegâne noktasıdır. Dar bir koridor şeklinde denize uzanan Neum kasabası, Hırvat topraklarını ikiye ayırır. Dubrovnik ve çevresindeki kasabalar bu koridorun güneyinde yer alır. Karlofça Antlaşması ile Dubrovnik Cumhuriyeti’nden Osmanlı İmparatorluğu’na geçen Neum, Bosna’nın kaybedildiği 1878 yılına kadar Osmanlı idaresinde kalır. Yaklaşık 5000 civarında olan kasabanın nüfusunun çoğunluğu Hırvatlardan oluşmaktadır. Bosna Hersek’in tek sahil yerleşimi olması nedeniyle yaz aylarında Bosnalı tatilcilerin oldukça rağbet ettikleri bir sayfiye görünümündedir.
Bosna Hersek’te; genel bir kural olarak, farklı alfabe kullanan etnik yapılar nedeniyle tüm trafik levhalarında bulunan yazılar; hem Latin, hem de Kiril alfabesi ile ifade edilmektedir. Neum’da gördüğümüz manzara, Latin alfabesi kullanan Hırvatların; Kiril alfabesi ile yazılı ifadelerin üzerlerini karalamış olduğudur. Çünkü onlara ve Boşnaklara göre Kiril alfabesi, Sırpları temsil etmektedir. Aynı durum Sırp Bölgesi’nde ise tersinedir; bu kez Sırplar, yer adlarının Latin harfleri ile yazılı ifadelerini karalamaktadırlar. Bosna – Hersek topraklarındaki savaşlarda ekilen düşmanlık tohumları, bugün trafik levhalarına yansımış durumdadır. Manzara göstermektedir ki; yakın bir gelecekte de bu kin ve nefret atmosferi, kolay kolay bu topraklardan silinmeyecektir.
Neum’dan sonra yeniden Bosna topraklarından Hırvatistan topraklarına geçilir. Ploce yakınlarında Mostar yönüne kıvrılan karayoluna, sınıra ve hatta Saraybosna’ya kadar filmlere ve romanlara konu olmuş Bosna’nın meşhur ırmağı Neretva yoldaşlık eder. Dinar Alpleri’nin geçit veren bir noktasından dağların ardına doğru süzüldüğünüzde, sizi Neretva’nın deltası ve onun yüzlerce kanaldan oluşan kolları ile sulanan ve ufka doğru göz alabildiğine uzanan mümbit bir ova karşılar. Denize doğru iyice genişleyen yatağında usul usul akmakta olan Neretva, yeşilden maviye doğru çalan tonlarda eşsiz bir görüntü sergiler. Biraz ilerde karşı tepelerin eteğinde Mostar yolundaki Bosna Hersek sınır kapısından önce son Hırvat kasabası olan Metkoviç durmaktadır.
Metkoviç, Bosna – Hersek sınırından önce Neretva kıyısında küçük bir tepenin üstüne konumlanmış son Hırvat kasabasıdır. Yerleşimin en dikkat çekici yapısı Aziz İlyas Kilisesi dikkat çekicidir. Neretva’nın yol boyunca denize doğru hayranlık uyandıran akışı görülmeye değerdir.
[booking_pluginbox id=”7571″]
Hersek
Genel olarak Hersek; aslında bugünkü Bosna Hersek’in güneyinde Mostar merkezli bir coğrafi bölgeyi tanımlar. Bugün bir kısmı Hırvatistan, Sırbistan ve Karadağ sınırları içinde kalmış bu toprakları, tarihte bir dönem yönetmiş Hırvat krallarının kendilerine verdikleri isim olan ve dük anlamına gelen Herzog kelimesinden ötürü Hersek ismiyle anıla gelmiştir. 14 yy.a kadar Bosna Krallığı ile birlikte hareket eden Hum Prenslerinin yönetiminde kalan Hersek bölgesi, Hum Prensliği’nin zayıfladığı bir dönemde Hırvat ve Macar Krallığı’nın etkinlik alanına girer. Hersek’in; 15.yy.ın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçişi ile birlikte Bosna Sancağı’na bağlanması; 1878’de bu toprakların Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun nüfuz sahasına girinceye kadar bir anlamda Bosna ve Hersek’in bir bütün halinde muhafaza edilmesine de yardımcı olmuştur. Hersek, bugün de çoğunlukla Hırvatların yaşadığı bir coğrafyadır. Din ve mezhep ekseninde farklılaşan ve gerilen bu bölgede 1992-1995 yılları arasındaki kanlı savaşta adını sıkça duyduğumuz Mostar, Foça, Stolac gibi önemli yerleşimler bulunmaktadır. Neum bu bölgenin sahildeki tek yerleşimidir.
Bosna Hersek; Kısa Tarihçe
Bosna’nın yüzyıllar öncesine uzanan karmaşık tarihi Slavların Avarların önünden Balkanlar’ın güneyine doğru sürüklendikleri göç hikâyeleri ile başlar. M.S. 6. -9.yy.lar arasında; bu toprakların ilk sahipleri olarak bilinen İlliryalılar’ın daha güneye; bugünkü Arnavutluk topraklarına doğru göç etmelerine yol açan bu büyük yer değiştirme sonrasında; bugün bizim Güney Slavlar adını verdiğimiz topluluklar (Hırvatlar, Slovenler, Sırplar ve Boşnaklar) Bosna Hersek merkezli bir coğrafyada kuzeye ve güneye doğru yayılarak aşağı yukarı tüm Balkan yarımadasında etkinlik kazanırlar.
12.yy.a kadar Ban adı verilen prenslerin önderliğinde aynı dili konuştukları Ortodoks ve Katolik Slav halkları arasında bir anlamda kendi inançları temelinde var olma savaşı veren Boşnaklar, Hersek bölgesindeki Ortodoks olan Hum prensleri ile geliştirilen akrabalıklar üzerinden yakın bir dostluk ilişkisi sürdürürler. 12.yy.da; bugünkü Saraybosna’nın içinden akan Miljacka kıyısındaki Ulusal Kütüphane’nin önünden geçen caddenin ismini taşıdığı Ulu Ban Kulin önderliğinde Sırp, Hırvat ve Macar cenderesi arasına sıkışmış kaderlerine yürüyen Boşnaklar, bağımsız bir inancı temsil eden Bogomil mezhebinin dayandığı bir taban üstünde bugüne uzanacak acıyla dolu tarihi yolculuklarına çıkarlar.
Kaynaklara göre, Bulgaristan mahreçli bir inanç sistemi olan ve sözcük anlamı olarak “Tanrı’nın sevdiği” anlamına gelen Bogomilinancında, kiliseler Hristiyanlığın diğer mezheplerinde olduğu gibi gösterişli ve şatafat dolu değildi. Bu inanca bağlananlar, Hristiyanlığın en bilinen inancı Teslis’i; yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesini ret ediyorlar; İsa’nın Tanrı’nın oğlu değil; sadece bir peygamber olduğuna inanıyorlardı. Papazların önünde haç çıkarmıyorlar, vaftiz edilmiyorlar, Pazar ayinlerine katılmıyorlardı. Bogomil inançlarına göre, içinde yaşadığımız dünya ve bu dünyaya ait zenginlikler bir aldatmacaydı ve bu yüzden din adamları son derece sade giysiler içinde; sanki birer derviş gibi dolaşırlardı. Bu inancın sahipleri için; insanın iç disiplini, kendini tanıması; doğruluk, iyilik ve şefkatle davranması çok büyük bir önem taşırdı. Dinlerine bağlı sofular, disiplinlerini kaybetmemek için asla içki içmezlerdi. Çok dindarları et bile yemezlerdi. Yılın ancak belirli günlerinde yapılan ayinlerde şarap içilmez, ancak ekmeğin bölüşüldüğü ve herkese dağıtıldığı bir tören yapılırdı.
Bogomillik, Hristiyanlık tarihi içinde dıştalanan ve sapkın olarak damgalanan cemaat dışı bir anlayışı temsil eder. Bu açıdan bakıldığında; Bizans döneminde İstanbul merkezli Ortodoks Kilisesi’ne karşı aykırı duruşu ile Anadolu’da yaşam alanı bulan ve Türkmenlerin bu coğrafyada tutunması sürecinde onlarla yakınlaşan Paulikanlarla Ortaçağ’da Güney Fransa topraklarında bir kardeşlik ülküsü ile ortaya çıkan Kathar Şövalyeleri arasındaki bir etkileşim sürecinin ortasında bir yerde durmaktadır. (1)
Tüm bunların arkasında; Asya bozkırlarından Anadolu’ya taşınan diğer inanç sistemlerinin etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Ama şu bir tarihi gerçektir ki; aynı şekilde Ortodoks Slavlar ve Müslüman Arap akınları arasında sıkışmış Hazar Türklerinin Museviliğe sarılışları gibi Boşnaklar da bağımsız bir halk olarak gelecekte var olmak adına kendi kimlik kavgalarını bu inanç tabanında yükseltmiş olmalıdırlar. Bu mücadele süreci, onların yaşadıkları coğrafyadaki şartlar da göz önüne alınırsa; Alevi-Bektaşi düşüncesinin Balkanlar’da ete kemiğe büründüğü kolonizatör dervişlerde vücut bulan Müslümanlığı bir anlamda kolaylıkla kabul edişlerini de açıklamaktadır.
1878 yılına kadar Bosna Hersek, Osmanlı Devleti’nin yönetiminde kalır. Bu süre boyunca Boşnaklar, Osmanlı bürokrasisinde önemli görevler üstlenirler. Ancak; Osmanlı – Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonlanan süreç, Balkanlar’da ve Avrupa’da dengelerin alt üst olmasına yol açar. Berlin Antlaşması ile Bosna Hersek, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun egemenlik alanı içine girer. Saraybosna’da Miljacka ırmağı üzerinde yer alan Latin Köprüsü’nde 28 Haziran 1914 tarihinde Bosnalı bir Sırp milliyetçisi tarafından Avusturya – Macaristan Veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın ve eşinin bir suikast sonucu öldürülmesi ile tetiklenen Birinci Dünya Savaşı yine bu topraklar için yıkım, kan ve göz yaşı demektir. Savaş sonrasında Bosna – Hersek, adı belirtilmeksizin Yugoslavya Krallığı içinde yer alır. Burada belirilmesi gereken, krallığın kuruluşundaki ilk isminin Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı olduğudur. Daha sonra “Güney Slavlarının Ülkesi” anlamında Yugoslavya Krallığı ismini alır. (2)
Bu dönemde Hırvatların ve Sırpların bölgede etkinlik kazanmak adına birbirleriyle çekiştiği bir mücadele alanı haline gelen Bosna Hersek toprakları; İkinci Dünya Savaşı’nda bir yandan Hırvat faşistleri Ustaşi’nin; bir yandan da Sırp faşistleri Çetniklerin karşı karşıya geldiği bir savaş arenasına dönüşür. Nazilerin acımasızca katliamlarına sahne olan Bosna Hersek; Hırvat asıllı Joseph Broz Tito önderliğindeki partizanların filmlere de konu olan Neretva kıyılarındaki efsanevi Jablanica savunması benzeri zaferleriyle taçlandırılmış bir bağımsızlık savaşının odağı haline dönüşür.
Yugoslavya; savaştan sonra oluşan iki bloklu dünyada Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti olarak 6 özerk cumhuriyetin ortak enerjisi ve tarihsel birikimi ile kısa zamanda ulusal kalkınma sürecinde önemli aşamalar kaydeder. Tito yönetiminde izlenen içerideki özyönetim politikaları ve dış siyasette iki bloğa da mesafeli duran Bağlantısızlar Hareketi içindeki önder rolü, Yugoslavya’yı dünya siyaset sahnesinde saygın bir yere oturtur. Ancak; ne yazık ki, 1989’da Sosyalist Blok’un çökmesiyle sonuçlanan Soğuk Savaş Süreci sonunda Yugoslavya, dünya politik arenasının ağababaları tarafından kolay yutulacak bir lokma olmaması nedeniyle bin bir komplo ve karıştırma hamleleri sonucunda yüz binlerce insanın ölümlere ve acılara sürükleneceği bir parçalanma sürecine itilir.
Tito’nun ölümü, Sırp milliyetçi lider Slobodan Miloşeviç’in Sırbistan’daki yönetimin başına getirilmesi, ülkedeki bütün dengeleri alt üst eder. Bütün eski defterler yeniden açılır. Önce, Slovenya az çatışmalı bir süreç sonunda Yugoslavya’dan koparak bağımsızlığını ilan eder. Hemen akabinde ise; Hırvatistan, zaman zaman Franjo Tudjman ve Slobodan Miloşeviç’in masa başındaki Bosna’yı yutma ve aralarında paylaşma pazarlıkları ile kesikliğe uğrayan kanlı bir savaş sonrası Ekim 1991’de Yugoslavya birliğinden ayrılır.
Bosna Hersek ise bu parçalanma sürecinde en karmaşık etnik yapıya sahip olması, Boşnakların federal Yugoslav ordusunda hemen hemen hiçbir etkinliğinin bulunmaması nedeniyle en dramatik zamanları yaşar. Kaderine ağlayan Bosna, 1992-1995 yılları arasında tam üç yıl; insanlık onurunun ayaklar altına alındığı katliamlar, BM ve başta ABD olmak üzere büyük devletlerin “tavşana kaç tazıya tut” türü oyalama taktikleri ile uzayıp giden kuşatmalar ve kıyımlara sahne olur. Koskoca bir kentin; Srebrenitsa’nın yok edilişi; Boşnakların topluca katliamlara tabi tutuluşu; başkent Saraybosna’nın neredeyse üç sene boyunca Sırp keskin nişancılarının ateşi altında insanlık dışı bir kuşatmaya tabi tutuluşları ile Bosna’daki savaş giderek dünya kamuoyunun dikkatini çeker. 14 Aralık 1995’de Paris’te imzalananDayton Antlaşması ile savaş sona erer; Bosna Hersek bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesine çıkar.
Bosna Hersek Devleti, bugün Bosna Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adı altında iki ayrı devletçikten ve BM tarafından idare edilen ihtilaflı Brcko özerk bölgesinden oluşmaktadır. Bosna Hersek Devleti, Boşnak, Sırp ve Hırvat liderlerin oluşturduğu bir troyka ve federal meclis tarafından yönetilir. Ayrıca federal yapıların ve bu federal yapıların içinde yer alan kantonların da ayrı idari mekanizmaları ve meclisleri bulunmaktadır. Bu da Bosna Hersek’teki karar alma süreçlerini geciktiren karmaşık bürokratik ilişkilerin varlığı anlamına gelmektedir. 5 ayda bir, ülkeyi yöneten Troyka’nın başkanlık süresi tamamlanarak el değiştirir. Bu anlamda devletin bekası için stratejik kararları ortak olarak almak ve uygulamak, pratikte hayli zor gözükmektedir.
Makedonya’daki çoklu etnik yapıların birbirleriyle dengede bulunduğu hallere benzer uygulamalar Bosna Hersek’te de mevcuttur. Örneğin Hersek bölgesindeki Hırvatların çoğunlukta olduğu yerleşimlerden geçerken, Hırvatistan bayrağını dalgalanırken görmek pek mümkündür. Bu durum, son derece doğal ve anayasa ile güvence altına alınmış bir haktır. Aynı durum; diğer etnik bölgelerde de Sırp yada Boşnaklar için söz konusu olabilir. Trafik levhalarının üzerindeki Kiril alfabesi ile yazılmış yazılar Hırvat ve Boşnak bölgelerinde; Latin harfleri ile yazılmış yazılar ise Sırp özerk bölgelerinde karalanmaktadır.
Ne yazık ki; Bosna Hersek’i oluşturan toplumların birbirlerine karşı güvensizlikleri halen sürmektedir. Sırplar akıllarının bir köşesinde hep Sırbistan Cumhuriyeti ile birleşmek hayalini yaşatmakta; bu olmayacaksa Bosna Hersek içinde bağımsız Sırp Cumhuriyeti’nin sahip olduğu mevcut yapısının devam etmesinden yana tavır sergilemektedirler. Hırvatlar ise; aynı düşü Hırvatistan için görmekte; etkin oldukları alanlara Hırvat bayraklarını asarak ve Mostar’da gördüğümüz gibi tepelere dev haçlar dikerek Neretva’nın hemen karşı kıyısındaki Müslüman Boşnaklara bir anlamda göz dağı vermektedirler. Tarihte olduğu gibi bugün de bu iki etnik grup (Sırplar ve Hırvatlar) arasına sıkışmış olan Boşnaklar ise ne yazık ki; şu anda dünya haritalarında bağımsız bir ülke olarak tanımlanmış sınırlar içinde bu devletin yaşatılmasını ve bütünleşik bir Bosna Hersek’in oluşturulması hayallerini beslemektedirler. Onların düşü ise büyük ihtimalle; bağımsız, keskin iç sınırlarla birbirinden ayrılmayan; homojen bir demografik ve idari yapıya sahip Bosna Hersek olmalıdır.
Poçitel
Metkoviç – Mostar karayolu üzerinde, Mostar’a yaklaşık 20 km. uzaklıkta bir yerde; Neretva’ya hemen kıyısındaki yüksekçe bir tepeden bakan Poçitel, biraz Birgi; biraz Safranbolu’dur ilk bakışta. Osmanlı’nın damgasını vurduğu; sokaklarında yürürken o kültürel atmosferi soluduğunuz bu kasaba da; 1992 – 1995 yılları arasında Sırpların bir kültürün izlerini silmek ve bir halkı yok etmek adına sürdürdüğü savaş politikalarından ne yazık ki nasibini almış durumdadır. Savaş sonrası harap olan Poçitel’de sürdürülen restorasyon çalışmaları sonrasında hiç değilse geçmişi bize hatırlatacak bugünkü görünüme ulaşılabilmiştir.
Poçitel’de; kasabanın girişindeki kemerli kapıya doğru yürürken, hemen önünüzü ellerindeki; çiçeklerle bezenmiş sepetleri içinde çeşitli kuru ve yaş meyve satan ve size Türkçe sözcüklerle hitap etmeye çalışan Boşnak kadınları keser. Yol kıyısındaki mütevazı kafeteryanın bahçe çitlerine asılı bir levhadaki “Türk çayı bulunur” ifadeleriyle bam telinize basılır aniden. Başınızı yukarı doğru kaldırdığınızda ise köyün hemen üstündeki tepede yükselen; bir zamanlar Hırvat – Macar Krallarının mesken tuttuğu Ortaçağdan kalma kale kalıntılarıyla karşılarsınız. Kale ile bütünleşik bir konumda bulunan Gavran Kaputanzade Kulesi bir gözetleme kalesi olarak işlev görmüş olmalıdır. Kasabanın tümü aslında yukarıdan aşağıya; Neretva kıyısına kadar uzanan bu kale yapısının bir parçası görünümündedir. Birbirlerine bitişik konumdaki taş evler ve Neretva kıyısındaki kemerli giriş kapısı kale kentin uzaktan bir taştan bir üzüm salkımını andıran görüntüsünü tamamlayan unsurlardır.
Ortaçağda Poçitel, Adriyatik’ten Bosna’ya ve oradan daha içerilere doğru bir geçiş noktasında ve Neretva’ya paralel bir yol güzergâhında bulunması nedeniyle stratejik bir öneme sahipti. Bu nedenle Poçitel, Ortaçağda uzun süre bölgenin bir yönetim merkezi olarak önemli bir rol oynadı. 1463-1471 yılları arasında bir Macar garnizonu olarak işlev gören dağdaki Poçitel Kalesi ve kasaba, en parlak dönemini Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kaldığı 1471-1878 yılları arasında yaşadı. Dönemin yöneticileri tarafından kasabada yaptırılan bayındırlık eserleri; savaşların ve zamanın tüm yıpratıcılığına karşın bugün bile ayaktadır.
Bunların arasında 16.yy.dan kalma Şişman İbrahim Paşa yada Hacı Aliya Camisi, Şişman İbrahim Paşa Medresesi, bir mektep, han ve hamam ile saat kulesi sayılabilir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde; 1664’de ziyaret ettiği kasabada bulunan eserlerden sadece saat kulesine atıfta bulunmaması, bu yapının bu ziyaret sonrası bir dönemine tarihlenebileceğini göstermektedir. Saat kulesi, Akdeniz – Dalmaçya mimari etkisi taşıyan bir özelliğe sahiptir. Diğer eserlerde ise tipik Osmanlı mimarisi çizgileri izlenebilmektedir. Savaşta harap olan cami ve diğer yapılar restorasyon sonrası yeniden ayağa kaldırılmış durumdadır.
DEVAMI VAR …