Alan Paton, Cry, the Beloved Country’i (Ağla, Güzel Ülke) yazdığında Bosna-Hersek Federasyonu henüz eski Yugoslavya’nın bir parçasıydı. Yıl 1948’di ve Yugoslavya lideri Tito, Stalinizmden kopma çabasındaydı. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Almanya, Japonya yenilmiş, işgal edilmişti. Savaşın mutlak galibi olarak ABD dünyanın finansal, hukuki ve stratejik tasarımlarını bitirmiş, küresel düzeyde uygulamaya başlamıştı. ABD, eskiden kolonisi olduğu Birleşik Krallık’ın planlarını devralmış ve Anglo-Saxon dünyanın ve hatta Batı’nın temsilcisi olmuştu.
Alan Paton romanında Afrika’nın acılarını yazmıştı. Paton Güney Afrikalı bir yazardı ve fakat Cry, the Beloved Country New York ve Londra’da basılmıştı. İhtimal, kitabın Afrika dillerine tercümesi yıllar almıştı; Afrika kökenli Amerikalılar, Afrika’daki Afrikalılardan daha çok ilgi göstermişti. New York ve Londra’da yankı bulmasının da ayrı bir yeri önemi vardı. Güney Afrika İngiliz kolonisiydi ve aslında hâlâ da öyle…
Paton’un kitabında Anglikan bir papazın, oğlu Absalom’u Johannesburg’da araması anlatılır. O arayış giderek, geçmişle gelecek, nesiller ve anlayışlar arası bir iç yolculuğa dönüşür. Paton’un Anglikan bir papaz olan Stephen Kumalo’yu kahraman olarak seçmesi anlamlıdır. Bir anlamda Paton’un seçimi Birleşik Krallığa, bir anlamda da Protestanlığın İngiltere sürümü olan Anglikan Kilisesine selam çakma anlamına gelir. Ara ara da Anglikan ötesi mesajları da kitabın farklı bölümlerinde karakterler vasıtasıyla verir. Joseph Conrad’ın kolonizasyona yaklaşımından çok farklı bir yaklaşımı vardır.
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı eserindeki Marlow da hayran olduğu Kurtz adında bir Avrupalının Afrika’nın ortasındaki Kongo’ya, Afrika’ya “ışık” diye zulüm getirdiğini görür. Ve Afrika’nın ortalarına yapılan yolculuk, içsel bir yolculuğa olduğu kadar Avrupa’nın sömürgeci mantığının Afrika’ya huzur değil ölüm getirdiğini görür. Bu anlamda Marlow’un tespitleri Kumalo’nun tespitlerinden daha keskindir. Kumalo, sömürüyle gelen zulümden çok, mazlumların teskin edilmesine dair yaklaşımlarıyla öne çıkar. O da yine, “sevgi” yani İsa’dır. Ağlama hissi empatiden, çare üretme hissi de duygusal placebodan öteye geçmez Papazın.
İvo Andriç de Drina Köprüsü’nü Paton’un eserinden üç yıl önce yazmıştı (1945). Drina nehri üzerinde inşa edilen köprü, sadece iki yakayı birleştiren bir yapı değildi eserde. Drina köprüsü bir tarihsel sırat köprüsü olmuştu Bosna-Hersek edebiyatında. İnceden inceye satır aralarına işlediği Panslavizm’le Andriç, Osmanlı varlığını bölgedeki ayrışımların nedeni olarak okuyordu. Temelde Türklerin ve İslam’ın bölgeye gelişiyle Slav ırkı ayrıştı, sonra huzursuzluklar oldu demek istiyordu. Yani daha öncesinde Slavlar huzur ve refah içinde yazıyordu. Aralarında din, çıkar, felsefe, coğrafya farkı yokmuş gibi, sanki Dina’yı yapan Osmanlı olan köprüleri bölmüş gibiydi.
İvo Andriç köprünün yapılışından 20. yüzyılın ortalarına kadar Balkanlarda vuku bulan olayları ve Balkan insanın yaşantısını ve renkliliğini köprü üzerinden anlatmaktadır. Bu açıdan, Drina Köprüsü bir romandan ziyade bir tarih kitabı gibi olayları sosyal yönleriyle de içeren bir kitap olarak göze çarpmaktadır. Ancak yazar olayları anlatırken bir kronikçi gibi davranmamış; esere bölgenin masallarını, efsanelerini, gelenek ve göreneklerini de katmış, tarihi kullanmış ama roman yazmıştır
(Devam edecek.)