Bosna-Hersek’in Osmanlı Devleti tarafından Berlin Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakıldığı 1878 döneminden 10 yıl gibi bir süre sonra doğan İvo ANDRİÇ, bölgenin atalarından duydukları ile geçmişi; yaşadıkları ile Bosna’daki geçiş ve Türklerin geri çekiliş dönemini yaşayan ve sonraki süreçte I. ve II. Dünya Savaşlarını görmüş, farklı siyasi ortamlarda ve coğrafyalarda yaşamış, yurtdışında eğitim görmüş, konsolosluklarda görev yapmış, Yugoslavya Komünist Partisi üyesi olmuş, nihayetinde 1945 yılında yazdığı ve 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü ile Türk okuyucuların dünyasına girmiş Travnik doğumlu Hırvat kökenli bir Boşnak’tır.
Bu yazıda incelemek istediğimiz husus ise, yazarın eserlerindeki ince, sinsice, dil yeteneğini kullanılarak işlenmiş olumsuz Türk ve aslında müslüman imajını analiz edebilmektir. Aslına bakılırsa Andriç’in Türklere ve müslümanlara bakış açısı, yüzyıllarca süren Avrupa merkezli bakış açısından farklı değildi. Romanın tarihsel argümanlar ve olaylarla desteklenmeye çalışılması, dili akıcı ve etkili bir üslupta kullanmış olması ve Türklere (Müslümanlara) karşı olumsuz bakışı, bu ödülün verilmesindeki bir kaç sebepten birisidir.
Ivo, Drina Köprüsü eserini Türkçeye çeviren yazarlarımız ise, ‘büyük bir hümanist ve sanatçı olan Ivo’nunher satırında derin bir insan sevgisi görmek’, …‘romanlarında yer verdiği kötü kişileri bile yermeye kıyamayan’, Drina Köprüsü’ndeki Abid Ağa’nın köprüye sabotaj düzenleyen birisini “4 sayfa”lık kazığa geçirilmesi sahnesini ‘o çağlarda dünyanın her yerinde insanları kazığa geçirmek yada diri diri ateşe atmak gibi olaylara bol bol rastlandığını düşünürsek, bu olaylarda bir olağanüstülük göremeyiz’ gibi bir bakış açısıyla okunabileceğini ifade eden Hasan Ali Ediz’in 1962 yılındaki değerlendirmesiyle eseri nasıl okumamız gerektiği hususunda mütercimler tarafından bilgilendiriliyoruz. Hikayede ise Osmanlı döneminin zulmünü kazığa geçirilen bir Hristiyanın köpekler yemesin diye gizlice gömülmesini, köprü geçişlerinden rüşvet alan görevlileri resmeder.
Esere edebiyatçılarımız tarafından ilgi gösterilmesindeki bir diğer husus ise, 3 sayfalık eserinde yaklaşık 200 civarında Türkçe kelimenin kullanılmış olmasıdır ve bu da edebiyatçılarımız açısından esere ayrı bir değer ve özellik kattığını düşünmüş olmalıdır.
Andriç’in Drina Köprüsü’nün haricinde Türkler ile alakalı olan ve Türkçeye çevrilen Ömer Paşa, Travnik Günlüğü (1945) ve Bosna Hikayeleri gibi eserleri de bulunmaktadır.
Drina Köprüsü isimli kitabında Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü’nün yapılış hikayesini anlatırken, sabah köylerinden alınıp o ‘korkunç İstanbul’a götürülmek üzere olan çocukları, yeniçeri ağalarının köylere geldiklerinde Hristiyan ailelerin çocuklarını ormana saklamalarını ya da aptal görünmelerini öğütledikleri ve seçilen çocukların peşlerinden ağlayarak koşan anaların acıklı hikayesini anlatır.
Kitapta Sadrazamın adamı olan ve Hristiyanlara zulmeden Abdi Ağa vardır. Abdi Ağa’nın sonu yağlı kazıkta biter ve kitapta bu sahnenin anlatımı “Osmanlı Ağasına” kin duyan okuyucuya zevk verir gibi sayfalarca sürer. Abdi Ağa, geçmişte köprü inşaatına karşı çıkan ve sabotaj girişimlerinde bulunanları da vakti zamanında kazığa oturtan kişi olarak canlandırılır. Kazığa oturtulurken öyle dikkat edilirmiş ki, iç organlarının zedelenmemesine ve ibret-i âlem için hemen ölmemesine özen gösterilmesi gibi bilgiler ayrıntılı bir şekilde sahnenin anlatımında verilmiştir. Osmanlı çekildikten sonra bölgeye gelen Avusturyalılar ise cezalandırılıp köprü kapısına kulaklarından asılanları kurtarır ve Bosna’ya köprüler, tüneller ve tren yolları yaprak Bosna’nın kalkınmasında önemli bir pay sahibi olur.
Bosna Hikayeleri kitabının önsöz kısmına Üsküplü edebiyatçımız Yaşar Nabi NAYIR’ın Ivo Andriç hakkındaki yazısı, Türkçeye tercüme eden Zeyyat Selimoğlu tarafından konulmuş. Üsküplü edebiyatçımızda Ivo Andriç’in eserleri hakkında önsözde ‘Müslüman yönetimin ve toplumun gerilemesiyle çöküşünü, hiçbir düşmanlık belirtisi göstermeden ve hatta denilebilir ki adeta acırcasına bir duyguyla inceler. Anlatılan olayların kahramanları ister Müslüman, ister Hristiyan olsun aynı slav ırkından kişilerdir. Aynı dili konuşurlar, aynı dinsel tutuculuk ile gereksiz birbirlerine düşman olur ve eziyet ederler’şeklinde ifade eder.
Bosna Hikâyeleri kitabının ilk kısmı Veli Paşa’nın Oynaşı’sı ile başlar ve bu hikâyelerde Andriç’in çok tarafsız yada olumsuz bir Müslüman veya Türk imajı ortaya koyduğu pek söylenemez.
Birinci hikâyede, Osmanlı döneminde Veli Paşa’nın ve Hristiyan ailesi tarafından korkudan, fakirlikten kapatma verilen köylü kızı Mara’nın hikâyesi vardır. Veli Paşa, birçok cephede savaşmış, Bosna’ya görevlendirildiğinde ise cebi delik bir paşa olarak gösterilmiş ancak Veli Paşa, kendini tümüyle içkiye veren, genellikle hastalığından dolayı ağzında apsesi beliren, gururlu, sert, yanına yanaşılmaz bir adamdır. Halkın, onun hakkındaki düşüncesi ise, Kafkaslarda bütün şehirleri yağma eden, borca gömülü olan, Rusların dostu olup İngiliz konsolosuyla şehvet âlemleri yapan, şarap içip domuz eti yiyen, ordusu için gerekirse gaddar ve pervasız davranın, Yahudilere para cezası kesen, Bosna’ya cebi boş gelen ama Bosna’dan ayrılırkan cebi dolu dönen bir “Osmanlı Paşası”dır.
Veli Paşa, Bosna’ya yerleştikten sonra daha 16 yaşında bile olmayan, yaşlı babası ile yaşayan Mara adlı kız, paşaya kiralanır ve konağın yanındaki ev ona hazırlanır. İlerleyen zamanlarda Mara, arkadaşı Yahudi Sara’ya Paşa ile yaşadıkların aktarır. ‘Paşanın okşamalarına ise daha güç alışılıyordu. İlk acı ve ilk korku geçtikten sonra bunları gergin ve çocuksu bir şaşkınlık karşılar oldu. Ama zamanla buna da alıştı. Özellikle paşanın cildindeki koku hoşuna gidiyordu. Onun olağanüstü sakin gözlerine, sol yanağındaki korkunç lekeye, daima biraz nemli olan ve konuşurken loş dağın pınarındaki otlar gibi titreyen bıyıklarına pek de korkusuz bakamıyordu. Ama vücudundan çevreye yayınlan koku ona çekici geliyor, onu kuvvetlendiriyordu’…’Sara ile emir eri ortadan kayboluyorlar, paşa için hazırlanmış olan Mara bitişik odadan gelip kucağına oturuyordu. İkisinin arasında ‘sandığın üstüne oturmak’tı bunun adı.’
Andriç, Mara’nın yanlız başına kaldığında utandığını, soysuzluk yaptığını ve kızın mecbur kalarak paşanın yanında çalıştığını ama bunu ailesi için yaptığı imajını vermeye çalışıyordu. Hristiyan kız Mara, kiliseye gittiğinde ise papaz dahil herkes sırtını dönüyor, ondan nefret ediyorlar ve kiliseye sokmak istemiyorlardı. Bunu duyan paşa ise kilisenin papazına işkence ediyordu.
Hikayenin ilerleyen bölümlerinde hangi millete yada dine mensup olduğu bilinmeyen ama Boşnak birisini andıran Salçin isimli gencin, küçük bir kıza tecavüzünü zihinlere işlemeye devam ediyordu.
Veli Paşa’nın tayini çıktıktan sonra ortada kalan Mara, Bosna’da Pamukoviçlerin konağında sığınma olarak çalışmaya başlar. Soy isimlerindenMüslüman olduğu anlaşılan ancak hikâyenin sonunda Hristiyan bir aile olduğunu ifade ettiği Pamukoviçler ile alakalı olumusuz hikâyeler bitmez. Ortada kalan Mara, Pamukoviçlerin konağına sığınır lakin konak sahibinin kardeşi, daha önce bu eve hizmetçi gelen ve ömür boyu evlenmeyen Jela adlı kıza 16 yaşında tecavüz eder.
Veli Paşa’nın kapatması/oynaşısı Mara’nın hamile olduğu anlaşılır ve babası da malum Veli Paşa’dır. Mara, kızı dünyaya getirir ama yarım saat bile yaşayamaz. Birkaç gün sonra da Mara hastalanır ve ölür. Hikayedeki bütün olumsuzluklara sebep olan kişi ise haliyle Osmanlı’nın görevlendirdiği Veli Paşa’dır.
Diğer hikâye ise ailesi Müslüman olmuş üst kademe bir asker olan Macar Mustafa’dır. Avusturyalılara karşı Bosna’yı savunmuş büyük bir kahramandır ama ilerleyen kısımlarda sudan sebeplerle papazlara eziyet eden, keşişleri döven bir asker olacaktır. Daha sonra Sultanın özel emriyle Bosna’ya gönderilen ve önüne geleni devlete isyan etti diye asan, boğan ve zulme devam eden bir Kulakehaya Lütfibeg gelir. Kahraman Macar Mustafa ise hikayenin sonunda eziyet ettiği çingenelerden birinin sinirlenerek attığı bir demir parçasının şakağına denk gelmesiyle olduğu yere yığılır ve ölür.
Son hikâyede ise bir çingene kadınla, Anadolulu bir erin oğlu olan Corhan ‘bahtsız bir piç’ olarak karşımıza çıkar. Hikâye; Tek gözü olmayan, hamallık yapan, meyhanelerde vakit geçiren Corhan, sirklerde insanları eğlendirerek hayatını devam ettirir. Ama bölgenin idari amiri olan Başçavuş İbrahim, sirkten rahatsız olan mahallelinin şikayeti üzerine, Corhan’ı tutuklattırır ‘Yeter İbrahim, dinin hakkı için’gibi yalvarmalarına rağmen dövmeye devam edilir ve dudaklarından köpükler çıkıncaya kadar dövülür. Corhan, sokakta bir yere bırakılır. Kafayı yiyen çingene, sokakları inleterek şarkılar söylemeye devam eder. En sonunda kulağında başlayan uğultular ve ‘çarşı değildi burası artık, gülen bir denizdi, bütün genişliği ve uzunluğu ile’cümlesiyle biter. Bu, Corhan’ın yediği dayak sonucu öldüğünü okuyucuya kısmen hissetiren bir sondur aslında.
İki kitap ve hikayeleri analiz etmeye çalıştık. Mütercimlerimizin aksine sanki eserlerde bilinç altında bir Türk Müslüman düşmanlığı, tarihi hikayelerinde kin tohumları eken bir edebiyat ödüllü yazar var karşımızda.
Verilen her edebiyat ödülünün safiyani niyetlerle verilmediğini ve yazarların kasıtlı olarak seçildiğini açık bir şekilde görebiliyoruz.
Unutmayalım ki, bu eserlerin basıldığı, okunduğu, tartışıldığı, ödül verildiği bir coğrafyada insanlar belli bir süre sonra Türkleri öldürerek “intikam aldık” naralarıyla yüzbinlerce insanı öldürdüler.
Baki Selamlar…
Yazar: Yunus Dilber/Bosnahersek.ba