İyi ki de gitmişiz Saraybosna’ya … Beni çok etkileyen ve bir o kadar da hüzünlendiren bir ülke oldu Bosna Hersek. Hatta o kadar ki, rehberimizin anlattığı bazı olaylar karşısında gözyaşlarımızı tutamadık. Kendimizi sanki o dönemlerde Osmanlı sokaklarında geziyor gibi hissettik. İnsanların halen Osmanlı’ya olan sevgilerine tanıklık ettik. Camilerin minarelerinde asılı duran Osmanlı sancaklarını bizzat gördük. Sanki Osmanlıyı anlatmak için hazırlanmış bir film platosu gibiydi Saraybosna. Savaş zamanı iki buçuk yıl şehrin bütün ihtiyaçlarının karşılandığı ve şehre giriş çıkışların yapıldığı tüneli ziyaret ederken o vahşete şahitlik ettik.
Sonbahar bir şehre ne kadar yakışırmış onu gördük. On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğu milli kahramanları Josip Broz Tito’nun ülkeye yaptığı işleri bizzat müşahâde ettik. Sanki bir rüya gibi Mostar Köprüsü’nü gördük. Camilerin minarelerine inat yükselen kilise kulelerini gördük. Kuş uçmaz kervan geçmez köylere biz varız diye yapılan cemaatsiz kiliseleri gördük. Simge savaşlarını gördük, sonra bir kez daha şükrettik, iyi ki Türkiye’mizde yaşıyoruz diye… Alperenler Tekkesi’nde ünlü kırmızı alabalığını yedik, Baş Çarşı’da Boşnak kahvesi içtik, Boşnak böreği yedik, Travnik’te Fatih sultan Mehmet Han’ın abdest aldığı nehrin hemen kıyısındaki cafede harika bir baklava yedik, sonra isli köfte yedik.
Aslında bizim Bosna’dan bu kadar tat almamızı sağlayan, benim Bosna’da üniversite öğrenimi gören Esra isimli bir öğrencim sayesinde oldu. Bu tür kültürel gezilerde işin olmazsa olmazı rehberlerdir. Çanakkale’yi bir kendiniz tek başınıza gezin, hiçbir şey anlamazsınız, ama bir de iyi bir rehberle gezin orada yine gözyaşlarınıza hâkim olamazsınız. Mesela Tayland’a Phuket Adası’na veya Maldivler’e ya da Kanarya Adaları’na gidiyorsanız tabi ki rehbere ihtiyacınız yok. Fakat bu tür kültürel geziler rehbersiz olmaz. Onun için rehberlerde rehber olmalı, rehbercikler bu işi yapamazlar. Bosna ziyaretinden sonra ben şuna kanaat getirdim ki; ülkeler okumakla, seyretmekle çok iyi anlaşılamıyor. Mutlaka oranın suyunu içmeli, ekmeğini hatta soğanını yemeli.
Soğan hikayesi de şöyle… Bir doktor arkadaşım bahsetmişti, eğer yabancı bir coğrafyaya gitmişsen ilk yapacağın işlerden biri, oranın topraklarında yetişen soğan veya sarımsak gibi besinlerden almalısın ki vücudun o coğrafyanın mikroplarına karşı direnç kazansın.
Evet Bosna seyhatimiz bizi havaalanında karşılayan, şimdilerde halen görüştüğümüz Eyyüb isimli rehberin bizi karşılaması ile başladı. 06 Türkiye plakalı 8 kişilik, camları film kaplı, daha çok bakanlar ya da üst düzey insanlar gelince kullandıkları, ön camında bayrağımız olan hemen altında da Türkiye yazan lüks siyah bir transporter ile bizi aldılar. Niye? Çünkü bizim için ayırdıkları araç arızalanmış. Biz ise sadece 2 kişi idik eşim ve ben…
İlk gün baş çarşıyı gezdik. Osmanlı eseri camileri ziyaret ettik. Genç, gayet yakışıklı, iyi spor giyimli çocuklar namaz kılıyorlardı. Hemen Baş Çarşı’nın yakınında yürüme mesafesinde bulunan Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç’in Mezarı’nı ziyaret ettik. Şehitliğin bütün mezar taşlarındaki doğum tarihleri farklı ama ölüm tarihleri hep aynıydı. 1994 veya 1995 ama hepsi aynıydı. Sadece Bilge Kral’ınki farklıydı.1925-2003, o da vasiyeti üzerine o şehitlikteki mütevazi mezarına gömülmüş. Baş Çarşı’dan dışarıya doğru açıldıkça mimari değişiyor, ilk önce sanki Osmanlı çarşında yürüyormuşsunuz gibi bir his varken sonra birden bire kendinizi Rusya’da sanıyorsunuz. Sevimsiz, balkonsuz, soğuk yüzlü işçi evleri gibi bir mimari… Biraz daha dışarı doğru çıkınca birden bire kendinizi Avrupa’da buluyorsunuz. Ama çok belirgin hatlarla bir birinden ayrılmış.
2. gün Mostar’a gittik. Mostar yolculuğumuz bazı durulacak noktalarda molalar vererek yaklaşık 2.5 saat sürdü. İlk molamızı Konjic (Konyitz) şehrinde Osmanlı’dan günümüze kadar gelmiş restorasyonu Türkiye tarafından yapılan meşhur Konjic (konyitz) verdik. Yolculuğumuza Jablanica (Yablanitza) yolu üzerinde Partizan askerleri tarafından sabote edilen Nazi Treni’nin ve yıkılan köprünün gördükten sonra aslına uygun restore edilmiş Türk izlerini taşıyan, tarihi Türk köyü Poçiteli‘yi ziyaret ettik. Tabi bu arada, etrafta büyüklü küçüklü otobüslerle gezen bir sürü bizim gibi Türkiye’den gelen ziyaretçilerin, göz ucu ile bizi süzmeleri de gözümüzden kaçmıyor. Dönüşte havaalanında bu arkadaşlar sonunda cesaret edip bize sordular “’Siz kimsiniz? Milletvekilimi, müsteşar mı yoksa büyükelçilikte görevlisi misiniz” diye. Yok biz sıradan bir öğretmeniz dedik. Meğer onlar da öğretmenmiş bizi böyle 2 kişi özel araba özel rehberle geziyor görünce öyle zannetmişler. Çok güldük tabii. Günün sonunda gözlere güzellik veren ruhları dinlendiren 550 yıldır yaşayan Alperenler Tekkesi’ni ziyaret ettikten sonra, Mostar şehrinde Bosna tarihinde efsaneleşen Tarihi Mostar Köprüsü’ne geldik. Bu köprünün çektiklerini kelimelerle ifade etmek zor. İnşallah yolunuz düşer giderseniz size hemen köprünü yanında kısa bir film seyrettireceklerdir. O film her şeyi anlatıyor.
3. gün vezirler şehri olarak bilinen Travnik‘e gittik. Savaş sırasında birçok insanın şehit edildiği Ahmiçi Köyü‘nü ziyaret ettik. Tarihi dokusu korunmuş Travnik sokaklarında gezdik. Tarihi Osmanlı kalesinden şehir manzarasına baktıktan sonra 300 yıllık İbrahim Paşa Medresesi‘ndeki öğrencilerle sohbet ettik.
Son günümüzde ise; savaş zamanı iki buçuk yıl şehrin bütün ihtiyaçlarının karşılandığı ve şehre giriş çıkışların yapıldığı tüneli ve müzesini gördük. Saraybosna’nın su kaynağı İgman Dağı‘nın eteklerindeki Vrelo Bosna’da (Bosna Nehri’nin kaynağı) gezinti yaptık. Burası kesinlikle görülmeye değer, hele hele sonbaharda bir başka güzel oluyor bu ulusal park. National Cografic‘ten fotoğraf çekmeye geliyorlarmış buralara. Harika bir doğası var.
Yazıyı tur rehberinden bir alıntı ile bitiriyorum. Bosna… Osmanlının Avrupa’da çırpınan yetimi… Bosna’da Müslüman olmanın bedeli ne de ağırdı… Bir kimlik nelere sebep olabilirdi… Bir inanç… Ve iman nelere kadirdi.
En son 1992/95’de yaşanan akıl almaz vahşete, zihinleri zorlayan bir maneviyatla; dur dedi Bosna, varız dedi… Var olacağız dedi… Bir kez daha artık gelenekleşen bedelini ödüyordu Bosna. Kimliğinin, inancının kanla sulanmazsa topraklar var olamazdı Osmanlı… Var olmazdı İslam… Avrupa’nın göbeğinde… Ve başardı Bosna yaşamayı… Ve yaşatmayı Osmanlıyı Avrupa’da… Kimliğine sahip çıktı bir kez daha… Tarihe altın harflerle yazıldı Bilge Kralın andı. Allah’a söz vermişti bir kere… Köle olmayacaktı Bosna!! Daha kutsal bir söz olabilir miydi? Can koyulmaz mıydı bu yola… Bugün Bosna Müslümanların haklı varlığını sürdürdüğü bir ülke… Avrupa’nın Kudüs’ü deniyor Bosna’ya… Kendi deyişleriyle “’Osmanlı Torunu”’ olmanın bedelini bizden daha ağır ödeyen belki tek millet olan Boşnakların ağzında şu cümle; “’Türkiye bizi yalnız bırakmasın”’.